“ The Saturday Evening Post” dergisi yazarlarından İsaac F. Marcosson 1923 Temmuz ayında Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal Paşa ile bir görüşme yapmış. Daha sonra adı geçen derginin 20 Ekim 1923 tarihli sayısında bu görüşme ile Anadolu seyahati izlenimlerini kaleme alan bir yazı yayımlamış.
Yazarın -Lozan Antlaşması arifesinde- İstanbul’dan
hareketle Mudanya-Bursa üzerinden Ankara’ya gelişi, Ankara’daki temasları ve
Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi, Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki birçok
ilginç olayı da sergilemekte. “Kemal Paşa” adını taşıyan bu uzun yazıdan
-okuyucuların da ilgisini çekebilecek— bazı bölümler Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi tarafından 1984 yılında Türkçe’ye çevirilmiş ve dergide yayınlanmış.
İşte o 1923 tarihli röportaj..
İŞTE ATATÜRK’ÜN O RÖPORTAJI
Savaş içinde doğmuş olan Türk Devletinin kritik bir
saatinde, bu kişiyle Ankara’da konuştum. Lozan Konferansı dağılmak üzereydi.
Savaş veya barış hâlâ boşlukta sallanıyordu. Daha dün Başvekil Rauf Bey bana
şunları söyledi: “Eğer Müttefikler savaş istiyorlarsa, istediklerini elde
edebilirler”. Hava, gerginlik ve belirsizlik doluydu. Sıkıntılı çevrenin
üzerinde, kendisini görmek için bu kadar yol gittiğim şefin tâviz vermez
varlığı dolaşıyordu. Hükümetin kendisi gibi, olaylar da onun etrafında dönüp
duruyordu.
Seyahatin güçlüğü, çevrenin çetin ve dramatik karakteri
açısından Anadolu, bir yıl önce Sun Yat-sen’i görmek için yaptığım Güney Çin
cephesi gezisini çok andırıyordu. Onunla Kemal arasında belli bir benzerlik
vardır. Her ikisi de, bir çeşit ilhamla dolu liderlerdir.Her ikisinde de,
yıkılmış imparatorlukların yan ürünü olan o alevli bağımsızlık ideali
mevcuttur. Paralellik burada sona eriyor. Kemal, kan ve demirden bir insan, bir
doğu Bismarck’ı; sebatkâr, acımasız, yenilmez. Oysa Sun Yat-sen, rüya ve hülya
içinde, kaderin ebedî oyuncağı; atasözündeki kedinin ne kadar çok canı varsa,
onun da o kadar çok siyasal hüviyeti -hattâ ekleyebilirim ki, o kadar çok
hükümeti- var.
Bu kişiler ne kadar farklıysa, arkalarındaki milletler de
o kadar farklı. Çarpıcı bir karşıtlık da burada. Çin, bencil amaçların bitmek bilmez
çatışması ve liderlik yokluğu yüzünden, inanılmaz denilebilecek bir siyasal
kaos içinde çalkalanırken; Türkiye, uzun ve kanlı tarihinde ilk defa, belirli
sınırlara, gerçek bir vatana ve Müslüman dünyasının kaderine şekil verebilecek
-bu arada Amerika’nın Yakın Doğudaki ticarî özlemlerini de etkileyebilecek- bir
milliyetçi hedefe sahip, homojen bir millet olarak ortaya çıktı. Yeni slogan,
“Türkiye, Türklerindir”. Bütün bu hayret verici evrimin aracı ve ilham kaynağı
Kemal Paşadır; 1919’da Türkiye’nin, yenilgi ve iflâs sonucu, olabileceği kadar
düşkün olduğu hatırlanırsa, bu neredeyse bir mucizedir.
Türkiye gezimin gerçek hedefi oydu. Parlayan cami ve
minareleriyle perişanlık içindeki haşmetine rağmen hâlâ şehirlerin kraliçesi
olan İstanbul’un kendine özgü cazibesi vardı ama, Haliç kıyılarına vardığım
andan itibaren benim ilgim Ankara’da toplanmıştı.
Bu tutkunun gerçekleştirilebilmesi için güç bir zaman
seçmiştim. Görünüşe göre, Lozan Konferansı çıkmaza girmişti; uzun zamandanberi
beklenen barış, her zamankinden dana uzak görünüyordu. Savaş hali, hâlâ devam
ediyordu. İşgal ordusu, sokaklara savaşçı bir renk ve hava verirken, büyük bir
Müttefik donanması da ya Boğazda demirli duruyor veya Marmara denizinde atış
tatbikatına çıkıyordu. Anadolu tepelerindeki başkente ulaşmak daha da
güçleşmişti.
Her engel, sonu gelmez bürokratik bağlarla sürüp
gidiyordu. Çabuk iş görmek isteyen bir Amerikalı için böyle bir kombinezon bir
felâketti. Daha sonraki deneyimlerim, Kipling’in, Doğu ülkelerindeki enerjik
bir Yankee’nin akıbetini anlatan ünlü hikâyesindeki gerçeği doğruladı. Adamın
mezar taşında şöyle yazılıydı: “Doğuyu acele ettirmeye çalışan ahmak, burada
yatıyor.”
Mizaçtan ve diğer şeylerden kaynaklanan bütün bu
engellere ek olarak Türkler, Chester imtiyazının gerçekleştirilmesinin, kağıt
üzerinde göründüğü kadar kolay olmayacağını anlamaya başlamışlardı ve bu da
onları tedirgin ediyordu. Ankara’ya gidiş izin alabilmiş en son sivil,
vesikasını -vizenin Türkçe adı- alabilmek için, İstanbul’da yedi hafta beklemek
zorunda kalmıştı. Diğer iki üç kişi ise, dört haftalık meraklı ve sonuçsuz
bekleyişten sonra, öfkeyle ülkelerine dönmüşlerdi. Başarı ümidi parlak değildi.
İstanbul’daki ilk günümde, Amerikan Yüksek Komiseri
Amiral Mark L. Bristol’e saygı ziyaretinde bulunduğumda, kendisinden Ankara’ya
gidebilmem için yardım istedim. Bana hemen, o zamanlar Ankara’nın İstanbul’daki
baş temsilcisi olan Dr. Adnan Beye bir takdim mektubu verdi; bütün izin
belgeleri ondan geçiyordu.
Dışişleri Bakanlığının bulunduğu ve Türk tarihin pek çok
uğursuz olayına sahne olan ünlü Babıâli’de kendisini görmeye gittim. Kızıl
Sultan Abdülhamid’in kirli âletleri ve işbirlikçileri, günlerini burada
geçirmişlerdi. Yapının, tarihteki zengin kardeşi Ayasofya Camii kadar heybetli
olacağını umuyordum. Oysa, mimarî güzellikle en küçük ilgisi olmayan ve
temizlenmeye şiddetle muhtaç, kirli, düzensiz yayılma gösteren, sarı bir bina
karşıma çıktı.
Adnan Beyin şahsında ilk Türk müttefikimi buldum.
Üstelik, kendisinin geniş ve cömert görüşlü, tecrübeli bir kişi olduğunu da
keşfettim. Milliyetçi hareketin güç günlerinde Kemal’in ilk yardımcılarından
biri oluşu nedeniyle, Ankara Hükümetinin ilk başkan vekili olmuştu. Ayrıca,
başka bir nedenden dolayı da şöhreti vardı; Türkiye’nin önde gelen kadın
reformcusu ünlü Halide Hanımın kocasıydı.
Gidiş iznim için Ankara’ya hemen bir telgraf çekti. Somut
olarak bu izin, İstanbul Polis Müdürlüğünce verilen bir belgede -yukarıda
değinilen vesikada- ifadesini buluyordu. Dünya Savaşı günlerinde, sahibine
cepheye gitme imkânını veren ve beyaz paso adı verilen bu belgeyi elde etmek
güç bir işti. Şimdi anlayacaktım ki, peşinde koştuğum Ankara’yı ziyaret izniyle
kıyaslandığında bu paso, halka dağıtılan el ilânları kadar kolay sağlanır
birşeydi.
Adnan Bey, Ankara’dan yaklaşık üç gün içinde cevap
alacağını söyledi. Anlıyordum ki, üç gün, Rusça seichas kelimesine benziyordu;
bu kelime, sözlük anlamı olarak “hemen” demekti ama, kendi ülkelerindeki
faaliyetler, daha doğrusu faaliyetsizlikler, hakkında kullanıldığı zaman
genellikle “gelecek ay” anlamına geliyordu.
Bürokratik Güçlükler
Bir hafta geçtikten sonra Amerikan Elçiliği, Babıâli’den,
müracaatıma bir cevap gelip gelmediğini sordu; hiçbir cevap gelmemişti. Birkaç
gün sonra Türk memurları çılgına döndüler. İngiliz, Fransız ve İtalyan
vatandaşları dışında hiçbir yabancının, Ankara’nın rızası olmadıkça İstanbul’a
girip çıkamıyacakları hakkında bir emir çıkarılmıştı. Mevcut izin belgeleriyle
Paris veya Londra’dan yola çıkmış kişiler, -ki içlerinde bazı Amerikalılar da
vardı- Türk sınırında bekletiliyorlardı; oysa emir, onlar yola çıktıktan sonra
çıkarılmıştı. Amiral Bristol’ün vaktinde ve ısrarlı çabaları sonucu, sınır
yasağı Amerikalılar için kaldırıldı. Bir gün içinde Ankara, protesto ve başvuru
telgraflarına boğulmuştu; ben de, kendi dilekçemin, yeni ve artan kargaşa
içinde tümden kaybolmuş olacağını düşünüyordum.
Bu arada, İngilizce, Fransızca ve Almancayı akıcı şekilde
konuşan Reşat Bey adında iyi, dürüst bir Türk gencini dragoman, yani kurye ve
tercüman olarak sağlamıştım. Hiçbir yabancı, böyle bir yardımcı olmaksızın
Ankara’ya gidemez; çünkü tek tük yerler dışında, Anadolu’da konuşulan tek dil
Türkçedir. Aslında Reşat bey, Ankara’da bir yıl Amerikan konsolosluğu yaptıktan
sonra daha yeni emekliye ayrılmış bulunan Robert Imbrie’den miras kalmıştı.
Reşat Bey onun tercümanıydı. Imbrie ile yakın temasları sayesinde Amerikan
âdetlerini öğrenmişti; gecikmeden dolayı duyduğum sabırsızlığı da gayet iyi
anlıyordu. Onun da Ankara’da büyük etkisi vardı; benim için arkadaşlarına
birkaç telgraf çekmişti.
İkinci haftanın sonunda Amiral Bristol, iznimin
çabuklaştırılması için Adnan Bey’e kişisel bir müracaatta bulundu ve
Babıâli’den Ankara’ya sert bir ikinci telgraf gitti. Tanıştığım diğer Türkler
ve Amerikalılar da telgrafla başvurularını buna eklediler. Şüphesiz başka işlerim
de vardı ama önümdeki zaman kısıtlıydı ve herşey bir yana, Kemal bu gezimin
başlıca ödülüydü; onunla görüşmeye kararlıydım. Bu yüzden Temmuz başlarında
Reşat Beyi, durumun ne olduğunu öğrenmek için Ankara’ya gönderdim. Ayın
dördüncü gününün sabahında yola çıktı. Elçilikteki Bağımsızlık Günü töreninden
otele döndüğümde, Reşat Bey’e hitaben Ankara’da hükümetteki arkadaşlarından
birinden benim adresime gönderilmiş bir telgraf buldum; Ankara’ya gidiş
iznimin, dokuz gün önce tellendiğini söylüyordu. Oysa önceki gün Babıâli
Ankara’dan isteğim hakkında hâlâ ses çıkmamış olduğunu bildirmişti.
Araştırınca anladım ki, Polis Müdürlüğündeki bürokrasi
yumağı içersinde önemli telgraf, bir kağıt yığınının altına atılmıştı; talebim
üzerine başlatılan uzun bir arama, sabırsızlıkla beklenen mesajı ortaya
çıkarana kadar da kimse, onun hakkında bir şey bilmiyordu. Bu, tipik bir Türk
usûlüydü; tam Çin’in herhangi bir yerindeki “bir resmî dairede vuku bulabilecek
cinsten. Reşat Bey dönüp de durumu bana bildirmeden önce, vesika elime geçmişti
ve harekete hazırlanıyordum.
Bu ilk adım güçtü ama, asıl seyahatin hemen her merhalesi
de eşit derecede güçlüklerle doluydu. Gene resmî bir Türk kararnamesiyle başım
derde girecekti.
Eğer bir Türk olsaydım normal şartlar altında, araba
vapuruyla İstanbul’un hemen karşısında Boğazın karşı kıyısında olan ve çok
tartışılmış Berlin-Bağdad Demiryolunun Anadolu bölümünün başlangıç noktasını
teşkil eden Haydarpaşa’dan trene binebilir ve yaklaşık yirmiyedi saatte vasıta
değiştirmeksizin Ankara’ya varabilirdim. Oysa, 250.000 kişiden hayli fazla olan
tüm Türk Ordusu, İzmit’in ötesinde demiryolu boyunca seferber edilmişti. Hiçbir
yabancıya bu seyahati yapma izni verilmiyordu. Nisbeten -”nisbeten”i bile bile
söylüyorum- kolay olan bu demiryolu yolculuğu yerine yabancı, gemiyle
Mudanya’ya sonra trenle Bursa’ya, daha sonra bütün gün otomobille Anadolu
ovasını geçerek Karaköy’e gitmek, orada da Haydarpaşa trenini beklemek
zorundaydı. Yirmiyedi saat yerine, benim de yaptığım bu yolculuk, tam ellibeş
saat sürdü.
Parlak güneşli bir pazartesi sabahı İstanbul’dan
Ankara’ya hareket ettim. Amiral Bristol, Yüzbaşı T.H. Robbins komutasındaki bir
denizaltı avcı botu’nu emrime vermişti; böylece kalabalık ve hiç de temiz
olmayan yolcu vapurundan kurtulabildik. Yanımda, Mütarekeden sonra Türkiye’deki
ilk Amerikan Yüksek Komiseri olan ve şimdi de Ankara’da ticarî bir görevi
bulunan Lewis Heck ve sadık Reşat Bey olduğu halde, Marmara denizini geçerek
Mudanya yolculuğunu dört saatte yaptım ve öğleyin oraya vardım. 1922 Kasımına
kadar Mudanya, Türkiye haritasında bir noktadan ibaretti. Yunan yenilgisinden
sonra, İngiliz ve Türk Orduları Çanakkale’de fiilî bir çatışmadan birkaç metre
uzaktayken ve iki devlet arasında savaş kaçınılmaz görünürken, Türkiye’deki
İngiliz Kuvvetleri Kumandanı General Sir Charles Harrington ve İsmet Paşa
-Lozan’da Müttefik delegeleriyle böyle neşeli bir kovalamaca oynayan İsmet-
burada buluştular ve birinci Lozan Konferansı’nın öncüsü olan ünlü mütarekeyi
burada gerçekleştirdiler.
Madam Brotte ve Oteli
Köy, bir gece içinde üne kavuştu. Konferansın yapıldığı
rıhtımın yanındaki küçük taş evde halen bir Türk ailesi oturuyor ve çocuklar
evi doldurup taşırıyor.
Kırk millik Bursa yolculuğunu, günde iki kere sefer yapan
oyuncak trenle yapacak yerde, Bursalı bir tüccarın yeni almış olduğu yepyeni
bir Amerikan arabasıyla seyahat ettik; gelmesi telgrafla emredilmiş olan bu
araba, limanda bizi bekliyordu. Tepeler, zeytin ağacı yığınlarından
görünmüyordu; vadilerde ise bol bol tütün ve mısır yetişiyordu. Anadolu
köylüsü, tutumlu ve çalışkan bir kişidir; herhalde daha Yunan askerî araçları
gözden kaybolurken, yeniden inşa faaliyetine başlanmış olmalıdır.
Müezzinler minarelerden akşam namazı çağrısını yapmazdan
çok önce Bursa’ya, hâlâ ticarî önemini koruyan Türkiye’nin eski başkentine
vardım. Gece Hotel d’Anatolie’ye indik; orada İstanbul’a dönerken tekrar
konaklayacağım güne kadar rahata ve lüksün her türlüsüne veda ettim.
Bu otel, Anadolu’nun ünlü kurumlarından biri. Sahibi, en
az otelin kendisi kadar seçkin bir kişi olan Madam Brotte. Küçük şelâlenin
şarkılı akışını dinlediğimiz güzel bahçesinde, hâlâ Fransız köylülerinin beyaz
kepini giyen bu garip yaşlı hanım, hikâyesini bana anlattı. Fransa’nın Lyon
şehrinde seksendört yıl önce doğmuş ve yirmibir yaşındayken bir ipek uzmanı
olan babasıyla birlikte Anadolu’ya gelmişti. Bursa, Fransızlarca kurulmuş ve
halen de büyük ölçüde işletilmekte bulunan Türk İpek endüstrisinin merkezidir.
Madam, gelişinden az sonra otelin sahibiyle evlenmiş ve onun ölümünden sonra işletmeyi
üstlenmişti. Savaşlar, çekilmeler, yıkımlar, üzerinde etkisini bırakmıştı ama,
vakarlı tavrını korumaktaydı. Türkiye’de o kadar uzun zamandır yaşıyordu ki,
Fransızcasına Türkçe kelimeler karıştırıyordu. Bu güzel kokulu çevrede onun
konuşmalarını dinleyip, sunduğu mükemmel yemeği hatırladıkça, Fransa’da değil
Anadolu’da olduğumu idrak etmekte güçlük çekiyordum.
Şunu da ekleyeyim ki, alkol bakımından Anadolu,
kupkurudur. Madamın bir üzüntüsü, Türklerin şarap mahzenini mühürlemiş
olmalarıydı; bu mühürlerin ne zaman kaldırılacağını bir Allah bir de Ankara
bilirdi. Anadolu’da geçirdiğim sekiz gün içinde tek damla içki görmediğimi
belirtmeye değer. Dünyada içki yasağının içkiyi gerçekten yasaklar göründüğü
belki tek yer burası. İstanbul ise, daha sonra anlatılacak başka bir hikâye.
Madam Brotte’de sömürge yayılmasının başka bir kanıtını
gördüm. Dünyayı, özellikle uzak ülkeleri dolaşırken şunun farkına varırsınız
ki, belli ırklar, yabancı topraklara yerleştiklerinde belli kuralları izlerler.
Bir İngilizin ilk yaptığı şey bir banka kurmaktır. İspanyol mutlaka bir kilise
yapar, Fransız da bir kahve açar. Anadolu’da da durum böyledir.
Ertesi sabah samimî ihtiyar Fransız hanımefendiye biraz
üzüntüyle veda ettim. Bizi Mudanya’dan getiren otomobille Karaköy’e bütün gün
sürecek olan yolculuğa başladık. Bursa’nın eteklerinde Yunan felâketinin ilk
gözle görülür işaretlerini gördüm. Yol kenarlarında terkedilmiş yüzlerce kamyon
-Yunanlıların zorakî hediyeleri- vardı. Türkler bunları kaldırmak veya
kurtarmak zahmetine bile girmemişlerdi. Kırlara açıldıkça, yıkılmış çiftlik
evleri her tarafta göze çarpıyordu. Yunanlıların Ankara’yı zaptedeceğine
içtenlikle inandıkları saldırı sırasında tüm köyler baştan aşağı yokedilmişti.
Oysa, ilerlediklerinden çok daha hızlı olarak geri döndüler.
Kağnı Yolculuğu
Gerçek Anadolu’daydık. Ses güzelliği bakımından ancak
Mezopotamya ile yanşan bu tatlı isim, “güneşin doğduğu yer” demektir. Güneş,
beşeri ve manevî tüm ileri atılımların hikâyelerinde geçen kişi ve olaylar
üzerinde uzun zamandır parlamıştı; çünkü şimdi insanlığın beşiğinin kenarları
diyebileceğimiz yerlerden geçiyorduk. Kitab-ı Mukaddes günlerinin muhteşem ve
ölümsüz simaları bu ovalarda yürümüşlerdi. İskender ve Pompey’in orduları
burada ordugâh kurmuş, ünlü Gordion düğümü burada kesilmişti. Gene zırhlı
haçlılar, Kudüs’e giderken buralardan geçmişlerdi; sağımızdaki ve solumuzdaki
yeşil tepelerin arasında Yakın Doğu medeniyeti doğmuştu.
Yerinde olarak Anadolu kağnı senfonisi adı verilmiş şeyle
ilk temasım burada oldu. Türk çiftçisinin tek aracı öküz veya manda tarafından
çekilen arabaların yağlanmamış tahta tekerleklerinden çıkan bu ses, belki
dünyanın en acayip sesi. Tarsuslu Saul çağından bu yana, bu arabaların ne yapım
şekli, ne de gürültüsü değişmiş. Gerçi korkunç gürültüyü işittiğinizde insana
inanılmaz geliyor ama, yolları dolduran kağnı arabalarının sürücüleri için,
yolculuk sırasında uyanık olmak, görgü kurallarına aykırı bir şey. Ancak
gıcırtı durduğunda uyanıyorlar. Sessizlik, onların çalar saati. Yunanlılar
Güneydeki önemli Türk limanlarını tıkadıkları zaman, Kemal’in bütün
malzemeleri, Ankara’ya kadar iki yüz milden fazla bir mesafede bu arabalarla
taşınmıştı.
Yolculuğa devam ettikçe memleket, gitgide Kuzey
Fransa’nın savaştan sonraki görünümünü almaya başladı. Gülle çukurlarında hatmi
çiçekleri büyümüştü; her tarafta, bir ev veya köyün kuru, katı harabesi,
çevreye gözcülük ediyordu. Yunanlılarla Türklerin kanlı bir savaşa tutuştukları
İnönü köyünden geçtik; tam güneş batarken de Karaköy’e vardık; burası,
Türkiye’nin her tarafında görebileceğiniz, birkaç kahvehaneyle çevrili bir tren
istasyonundan ibaretti. Türk ordularının bir birliği yakınlarda çadır kurmuştu.
Kahvelerimizi içmeden önce, kağıtlarımızı polis incelemesine sunmamız
gerekiyordu.
Bir saat sonra, o sabah Haydarpaşa’dan kalkmış olan tren
vardı. Birinci mevki bir kompartımana kendimizi atarak, Ankara yolculuğumuzun
son bölümüne başladık. Geceyarısı, bir zamanlar önemli bir kasaba olan ve
Yunanlılarla Türklerin aylarca bir ölüm kalım savaşına tutuştukları
Eskişehir’de bizi buldu. Türklerin 1921’deki çekilişinden sonra, kasaba
Yunanlılarca yakılmıştı. Trene binip de sert koltuk -çünkü Türkiye’de Pulmanlar
bilinmiyor- üzerinde biraz uyumaya çalıştığım anda, Anadolu’yu kaşındıran küçük
seyyahlarla tanışmaya başladım. Bunlar, insanlara rahatsızlığın ne olduğunu
gösteren küçük, inatçı tabiat rehberleridir.
Birkaç saattir etraf gitgide yalçınlaşmıştı. Sallanan
mısırları ve şükran dolu yeşillikleriyle bereketli ovalar, çok geride kalmıştı.
Durmadan tepelere tırmandıkça, zaman zaman Ankara keçisi sürüleri görüyorduk.
Kasvetli, çıplak bir manzaraydı ama, gözle görülebilen bütün arazinin ve daha
da ötesinin her santimi için dövüşülmüştü.
Ertesi sabah saat dokuzda, tembelce kıvrılan dar bir
ırmağı geçtik. Diğer tarihî nehirlerin çoğu gibi önemsiz görünmekle beraber, bu
nehir, Türk şarkılarında ve geleneğinde ölümsüzleşecek. Gelecek tüm yıllarda,
pazarlarda rastlayacağınız ilginç hikayeciler, onun kayalık kıyılarında olup
bitenlerin destanını anlatacaklar. Bu önemsiz görünüşlü nehir, Yunan
taarruzunun zirve noktasını teşkil eden ve Kemal Paşa’nın ordusunun son bir
ümitle gayretini gösterdiği ünlü Sakarya’ydı. Nehri geçtiğimiz noktanın pek
yakınında, Yunanlılar geri atılmış ve taarruzları kırılmıştı. Fransa için
Marne, italya için Piave neyse, yeni Türkiye için de Sakarya odur. O, ümit
yıldızının doğduğu noktayı göstermektedir.
Daha ne olduğunu pek anlayamadan, kara bir duman örtüsü,
bir şehrin değişmez ileri karakolu, uzakta göründü. Sonra, güneş ışığında dik
ve beyaz duran tek tük cami ve minareler gördüm; az sonra Ankara’daydık.
Demiryolu istasyonu şehrin eteklerinde olduğundan, kalacağım yere gitmek için,
otomobille bir milden fazla yol almam gerekti.
Yolculuğun sıkıntılarına rağmen, trenden indiğimde bir
çeşit heyecana kapıldığımı itiraf etmeliyim. Nihayet, belki de medeniyet
tarihinde emsali olmayan bir başkentteydim. Önce Erzurum’da, sonra Sivas’taki
geçici konaklamalardan sonra Kemalistler, hükümetlerini, Anadolu demiryolunun
bir yol başındaki bu bakımsız, harap, yarı yanmış köyde kurmuşlardı. Ankara,
tarihsel ilişkilerden yoksun değildi; bir defa haçlılar burada konakladıkları gibi,
korkunç Timurlenk de ünlü bir savaşta Sultan Bayezid’i yenip esir alarak Doğuya
götürmüştü.
Ankara, Garip Başkent
Nerdeyse bir gecede nüfus, onbinden altmışbine çıkmıştı.
Türk parlâmentosuna verilen adla Büyük Millet Meclisinin doğusuyla birlikte,
kabine, hükümetin bütün üyeleri ve millî yönetimine katılan pek çok insan
gelmişti. Yunanlıların geçen yıl yenilgiye uğratılışına kadar Ankara, aynı
zamanda Türk Ordusunun genel karargâhı ve başlıca ikmal üssüydü.
O zaman da, şimdi de Ankara, her Avrupa elçiliğinde
geleceğine ilgi duyulan bir devletin başkentinden çok, ilk zenginlik dalgasını
yaşamakta olan bir Batı madencilik kasabasına benziyordu. Her ev, hattâ
oturulabilecek her delik, insanlarla dolup taşıyordu. Amerikan konsolosu
Imbrie, bir yıl, hükümetin kendisine tahsis ettiği bir yük vagonunda oturmak
zorunda kalmış; üstelik, bu uyduruk evi elinden kaçırmamak için bütün gücüyle
uğraşmaya mecbur olmuştu. Dükkânlar ilkeldi ve bir Avrupalının gidebileceği gibi
sadece iki restoran vardı.
Bildiğimiz anlamda otel yoktu. Otele en yakın şey, Türkçe
anlamı ev olan, sözde han’dı. Yolcuların konakladığı ortalama bir Türk köy
hanı, ortada avlusu olan beyaz badanalı bir yapıdan ibarettir; kervan
sürücüleri, geceleri, katırlarını veya develerini bu avluya bağlayıp yukarı
katta yerde yatarlar. Hanın kendine özgü bir havası ve gözle daha iyi
görülebilir başka şeyleri vardır.
Eğer yeni Türk hareketine can veren vatanseverlik duygusu
hakkında şüpheniz varsa, Ankara’ya gitmeniz bunu dağıtmaya yeter. Tasvir
edilmesi hemen hemen imkânsız bir konforsuzluğun içinde, çoğu bir zamanlar
Londra, Paris, Berlin, Roma veya Viyana’mn lüks ve rahatlığında yaşamış eski
elçiler olan yüksek memurların, sabırla günlük görevlerini yapmakta olduklarını
görürsünüz.
Neyse ki ben, Ankara’ya gelen her ziyaretçinin kaderi
olan bu maddî konforsuzluğa karşı bir tür sigortalanmıştım. Kemal’in konutundan
sonra, oturulmaya elverişli hemen tek yer, Yakın Doğu Yardım Misyonu
mensuplarının kullanımı için yenilenmiş, son zamanlarda da Chester İmtiyazı
temsilcilerine satın alınmış binaydı. İstanbul’dan ayrılmadan önce, burada
kalmak için izin almıştım ki, bu birçok yönden Allahın bir lûtfuydu. Bir mucize
kabilinden, fakat daha önemlisi, yerleri ovdurup yatakları havalandırttığım üç
yaşlı Ermeni hizmetkâr sayesinde, haşerat tozuna ihtiyacım olmadı. Gerçekte,
bunları beraberimde İstanbul’a geri getirdim ve daha çekici başka mallarla
değiştirdim.
Chester İmtiyazından söz ederken, Ankara’da daha yarım
gün geçirir geçirmez içime doğan şu çarpıcı gerçeği hatırlıyorum. En fakir
kundura boyacısına varıncaya kadar herkes, sadece bu imtiyaz hakkında bilgi
sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda onu, Türkiye’nin gelişmesi ve
zenginleşmesi için şaşmaz bir ilâç sayıyor. Bir Türk köylüsüne bu imtiyazı
sorun; size bunun, gelecek ay çiftliğinin kenarından bir demiryolu geçmesi
demek olduğunu söyler. Chester imtiyazcılarının, bir ekonomik dönüşümü
gerçekleştirebilecekleri yolunda, körcesine ve âdeta insanın içine dokunan bir
inanç var. Türkiye’nin her tarafında olduğu gibi Ankara’da da, Amerikalının şu
anda en makbul yabancı oluşunun bir nedeni bu. Ancak Chester sorununun tümü,
daha sonraki bir makalede ele alınacak.
Tercihin Sebepleri
Şimdiye kadar kendinize şu soruyu sormuş olmanız gerekir:
Niçin Türkler, bu bakımsız kasabayı başkentleri olarak seçmişler? Cevap ilginç.
İlki, savunma düşüncesi. Ankara, denizden iki yüz küsur mil uzaklıkta ve
Yunanlıların ıstırapla keşfettikleri gibi, her istilâcı ordu ülkede yaşamak
zorunda. Anî bir saldırı halinde bile, kaçış yolu sağlayan vahşi ve sarp geri
bölgeleri var. Ama bu, sadece dış sebep.
Eğer konuştuğunuz Türk samimîyse, bu tecridin gerçek
amacının, belki de hükümet personelini dalaverelerden uzak tutmak olduğunu
söyleyecektir. İstanbul’da memur, gayrımeşru resmî işlemlerin alışılagelmiş
oyun alanındadır. Milliyetçi Hükümet, bu geçiş döneminde işi şansa bırakmıyor.
Ankara’yı seçen Kemal Paşa; bu tercihi, onun takdir gücü hakkında fikir
veriyor.
Ankara’nın ana caddesi, kaldırmışız, düzensiz bir sokak;
yakıcı güneş, sokağın bitmek bilmez toz ve gürültüsü üzerinde parlıyor. Bir
ucunda, üzerinde beyaz yıldız ve hilâliyle kırmızı Türk bayrağı dalgalanan
alçak, sıvalı bir bina var. Kemal’in kişiliğinden sonra, Türk Hükümetinin ruhu
sayılabilecek olan şey, burada yer alıyor. Büyük Millet Meclisinin çalışma yeri
burası. Kemal Paşa burada Başkan seçilmiş, Lozan Andlaşması burada onaylanmış.
Büyük Millet Meclisinin bütün parlâmentolar arasında bir
eşi yok; şu nedenle ki, aynı zamanda milletin yürütme gücünün de başı olan
kendi başkanını seçmekle kalmıyor, fakat başbakan da dahil olmak üzere,
hükümetin bütün üyelerini de seçiyor. Bu usûle göre bir hükümet, İngiltere veya
Fransa’da olduğu gibi, başbakan güvenoyu alamadığı zaman düşmez. Eğer bir vekil
istenmiyorsa, yasama organınca görevden alınır, yerine bir yenisi seçilir ve
hükümet işleri, kesintiye uğramaksızın devam eder. Meclis üyeleri, şüphesiz,
halk tarafından seçilmişlerdir.
Bütün bunlar, konuya giriş niteliğinde. Artık Kemal’in
sahasındaydım ve şimdi işim onu görmekti. Bir Çarşamba günü öğle vakti
Ankara’ya varmış ve hemen Reşat Beyi, kendisine Amiral Bristol’dan bir takdim
mektubu getirdiğim Başvekil Rauf Beye göndermiştim. Lozan’daki kriz nedeniyle
kabine, hemen sürekli toplantı halindeydi ve onu ancak ertesi sabah saat
dokuzda görebildim.
Sıvalı, küçük, yetersiz döşenmiş, fakat baş sakininin
kişiliği sayesinde canlı bir bina olan Hariciye Vekâletinde kendisiyle üç saat
geçirdim. Denizci bir Başbakan olan Rauf Bey -kendisi Türk Donanmasında
amiraldi- bir denizcinin samimî, açıksözlü, sağlam tavırlarını taşıyordu.
Üstelik, kabinenin İngilizce bilen tek üyesiydi; bana, 1903’te Beyaz Saray’da
Roosevelt’i ziyaret ettiğini söyledi. İngilizlerin 1920’de Malta’ya sürdükleri
ileri gelen Türklerden biriydi. Bana söylediğine göre sürgündeki tek tesellisi,
denizci arkadaşlarından arasıra kendisine ulaşan Saturday Evening Post’tu. Bu
dergileri o kadar etraflı okumuştu ki, onlardan uzun alıntılar yapıyordu. Benim
General Smuts hakkındaki bir makalemle özellikle ilgilenmişti; Smuts’un
self-determinasyon’la ilgili düşünceleri, yeni Türk politikasının
şekillenmesine yardımcı olmuştu.
Ertesi gün öğleden sonra saat beşte Kemal Paşayı evinde
görmek üzere randevuyu bana Rauf Bey aldı. İlk plâna göre, orada o akşam ikimiz
birlikte yemek yiyecektik. Daha sonra bu değişmiş, çünkü Rauf Beyin sözleriyle
“Gazinin kayınları kendisine misafir, ev kalabalık”. ‘Kayınlar’ (in-laws)
deyimini kullanmasından, Rauf Beyin Batı deyimlerine ne kadar çabuk adapte
olduğunu görebilirsiniz.
Başvekilin Gazi’den söz etmesini açıklamak gerek.
Genellikle Ankara halkı, Kemal’den Paşa olarak söz eder. Okumuş Türkler ise,
onun için daima, daha sonraki unvanı olan Gazi unvanını kullanırlar; Meclisin
oyuyla verilmiş olan bu unvan, Türkçede “fatih” anlamına geliyor. Fatih
Mehmet’in İstanbul kapılarını çökertip Boğazda İslâmiyet çağını açtığı o tarihî
1453 gününden bu yana, bu azametli unvan, sadece üç kişiye verilmiş. Biri,
Plevne kahramanı Topal Osman Paşa; ikincisi, 90’ların sonlarına doğru Yunanlıları
hezimete uğratan Muhtar Paşa; üçüncüsü de, Mustafa Kemal.
Ayın onüçü Cuma günüyle birlikte, Kemal’le uzun zamandır
beklediğim mülakat da geldi. Kendisi, Ankara’dan yaklaşık beş mil ötede bir
çeşit yazlık yeri olan Çankaya’da, Türklerin villâ dedikleri bir köşkte
oturuyordu. Ankara’da otomobil az olduğu için, bir nakliye aracıyla gitmek
zorunda kaldım. Reşat Bey de benimle geldi ama, Kemal’le konuşmamızda hazır
bulunmadı.
Gazi’nin Konutu
Kemal’in konutuna yaklaştıkça askerlere rastlamaya
başladık; ilerledikçe, bunların sayıları arttı. Bu askerler, Kemal’in hayatını
korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü kendisi, her an kızgın
bir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesindeydi. Onu öldürmek için
birkaç teşebbüste de bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı,
suikastçı tarafından ağır yaralanmıştı.
Az sonra, yeşil bir tepe üzerinde, düzenli bir bahçe ve
badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı, güzel bir beyaz taş bina göründü.
Sağda daha küçük bir taş evcik vardı. Daha önce buraya gelmiş olan Reşat Bey,
bunun Türk milletince Kemal’e hediye edilmiş ev olduğunu söyledi. O
söylemeseydi de, nöbetçilerin sıklaşmasından bunu anlayabilirdim. Giriş
kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu sordu. Reşat
Bey, adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp içeri
götürdü.
Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi beraberinde küçük
taş evciğe götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada,
Gazi’nin kayınpederi olan Muammer Uşakî Beyi gördüm; kendisi, İzmir’in en
zengin tüccarı, aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk
Türk üyesiydi. Amerika’yı sık sık ziyaret etmiş olduğundan ingilizce biliyordu.
Kemal’in kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini söyledi.
Kemal’in Çelik Gözleri
Tam Muammer Beyle Türkiye’nin ekonomik geleceği hakkında
bir tartışmaya başlamıştım ki, Kemal’in yaveri, hâkî üniformalı, iyi giyimli
genç bir teğmen içeri girerek, Gazi’nin beni görmeye hazır olduğunu söyledi.
Onunla birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas
konutun kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa stilinde döşenmişti. Bir
köşede bir kuyruklu piyano vardı; onun karşısında, birçok ciltleri Fransızca
bir sıra, dolu kitap rafı bulunuyordu; duvarlarda da başka hediye kılıçlar
asılıydı.
Bitişik odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş,
hızlı hızlı konuşan bir grup insan görüyordum. Bu, toplantı halindeki Türk
kabinesiydi ve Lozan’dan gelen son telgrafları tartışıyorlardı; Hariciye Vekili
ve kabinenin orada bulunmayan tek üyesi olan ismet Paşa, bir gün önce, Chester
imtiyazı ve Türk dış borçları hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik
savaşın akıbeti, havadaydı.
Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı çıktı ve beni kabinenin
toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanışma oldu. Ama benim gözlerim tek
bir kişinin üzerindeydi. O da, masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak
bana doğru gelen uzun boylu kişiydi. Kemal’in sayısız resimlerini görmüş
olduğumdan, görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve meclislere hâkim olacak
tipteydi: Bir defa, hemen hemen 1.80’lik boyu, mükemmel göğsü, omuzları ve
askerce tavrıyla insanı etkileyen fizik yapısıyla; sonra, bir insanda gördüğüm
-ki ben, merhum J.P. Morgan, Kitchener ve Foch’la görüşmüştüm- en dikkate değer
gözlerin esrarengiz kudretiyle. Kemal’in gözleri, çelik mavisi, sert, taş gibi,
affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi.
Pek az kişi, Kemal’i gülerken görmüştür. Kendisiyle geçirdiğim
ikibuçuk saat içinde hatları, ancak bir defa bir parça gevşer gibi oldu. Demir
maskeli bir adama benziyordu; maske de, onun tabiî yüzüydü.
Onu üniformalı göreceğimi zannediyordum. Oysa, çizgili
gri pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan oluşan çok şık bir
kıyafet içersindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat taşıyordu.
Rauf Bey, kabine odasında beni Kemal’e takdim etti. Mûtad
selamlaşmaları Fransızca olarak teati ettikten sonra, şöyle dedi: “Belki,
konuşmak için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla başbaşa bıraksak
daha iyi olur.” Bunları söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda,
Kemal solumda, küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir
erkek hizmetkâr her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi.
Mülakat başladı.
Gazi, Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman
aracılığıyla Türkçe konuşmayı tercih ediyordu. Ben, gene sözde Fransızcamla,
onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra, Rauf Bey
araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını
söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Başvekil, tercümanlık yaptı.
Kemal, nasılsa, benim Ankara yolculuğumun başına gelen
güçlükleri ve gecikmeleri işitmişti. Ankara gibi bir yerde yönetimin etrafını
saran güçlükler içinde böyle şeylerin olabileceğini söyleyerek hemen özür
diledi. Sonra şunları ekledi: “Geldiğinize çok memnun oldum. Biz, Amerikalıları
Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler.”
Sonra, dobra dobra, kısa ve açık ifadesiyle, adetâ emir
veren bir subay gibi, sordu: “Size ne söylememi istiyorsunuz?”
“İlkin” diye cevap verdim, “bana, Amerikan halkı için bir
mesaj verebilir misiniz?”
Bu, metodik bir soruydu; çünkü onun Amerikalılara karşı
dostça duyguları olduğunu ve böyle bir sorunun, konuşmanın akışını
serbestleştireceğini biliyordum. Bu, az konuşan kişilerle mülakat yaparken
kullandığım ve konuşma dalgaları doğurmakta nadiren başarısız kalan bir
manevraydı.
Washington İçin Takdir Duygusu
En ufak bir tereddüt geçirmeksizin -şunu da ekleyebilirim
ki, bütün konuşma sırasında bir cevap için hiçbir zaman duraklamadı- şöyle
dedi:
“Memnuniyetle. Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir.
Büyük Millet Meclisinin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misakımız, sizin
Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan
kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu.
O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı
korumaya kararlıyız.
Türkiye de, Amerika da, demokratik rejimlerdir.
Gerçekten, şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın
mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi,
yargı, yasama ve yürütme organıdır. Kardeş demokrasiler olarak, Türkiye ile
Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır.
Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik
Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde, birlikte
çalışabilirler. Zengin ve çeşitli millî kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi
için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle
karşılarız; çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan
parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal
entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatırılır
yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.
Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini,
Chester İmtiyazını vermek suretiyle gösterdik. Gerçekten bu, Amerikan halkına
bir teveccühtür.
Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve
eserlerinden ilham aldım. İlk onüç devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir
benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz boyunduruğunu kaldırıp attı.
Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle birlikte taşıdığı eski
imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka milletlerin bencil
müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi, yeni bir milletin doğuşuna şahit olan
bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız.”
Sonra, öne doğru eğilip, bütün mülakat sırasında yaptığı
tek hareketle şunları söyledi:
“Biliyor musunuz, Washington ve Lincoln niçin beni daima
etkilemişlerdir? Söyliyeyim size. Onlar, sadece Birleşik Devletlerin şerefi ve
kurtuluşu için çalıştılar; oysa, öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki,
kendilerini tanrılaştırmaya çabaladılar. Kamu hizmetinin en yüksek şekli,
bencil olmayan çabadır.”
Bunun üzerine sordum: “Sizin için devlet yönetiminde
ideal nedir? Başka bir deyişle, Pan-İslâmizm ve Pan-Turanizm fikirlerine hâlâ
inanıyor musunuz?”
“Kısaca söyleyeyim” dedi. “Pan-İslâmizm, din ortaklığına
dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise, ırka dayanan aynı çeşit bir
çaba ve ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı.
Pan-İslâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa’da
ulaştıkları en kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup
gitti.
Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve
emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar
emperyalizm, Avrupa’ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun
cevabını, Almanya’nın Avusturya’nın, Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin
yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan ırkının ümididir.
Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin
böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye’nin temelindeki fikir
aynen budur. Biz, zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve
kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade
edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı, bunun üzerine
kuruludur; şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil
eder; şu farkla ki, siz kırksekiz devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz.
Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türklerin
azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı. Daha başka sözde azınlıklarımız
da vardı ve bunlar, sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı olmuşlardı. Bu, ve
eski fetih düşüncesi… Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi
yüzünden kendisini tüketmiş olmasıydı. Eski İmparatorluk çok büyüktü ve her an
kendisini problemlere açık buluyordu.
Oysa, eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri, Türkiye’de
ebediyen ölmüştür. Eski İmparatorluğumuz, Osmanlıydı. Bu da, kuvvet ve zor
demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türküz, yalnızca Türk. İşte
bunun içindir ki, Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği self-determinasyon
idealine dayanan, Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu, milliyetçilik demektir
ama, Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyon’u engelleyen bencil
türden bir milliyetçilik değil. Ne de keyfî gümrük duvarları ve sınırlar demek.
Bizim milliyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden
canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir
vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet
Türkler, bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları belirlenmiş, dert
kaynağı olan azınlıklar dağıtılmıştır; işte bu sınırların içinde mevkiimizi
korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin
efendileri olmak istiyoruz.”
Kemal’in Yapıcı Programı
Gene bana doğru eğildi ve keskin, kesik kesik üslubuyla
şunları söyledi:
“Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş
olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce
bahsettiğim, haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine
siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı kördüğümü,
bunun yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı siyaset, dünyanın baş belasıdır.
Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığını
engellemeye çalışan, milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı
fethetme arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi
yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım, göreceğiz.
Yeni Türkiye’nin ilk ve en önemli düşüncesi, siyasal
değil, ekonomiktir. Biz, dünya üretiminin de, tüketiminin de bir parçası olmak
istiyoruz.”
“Birleşik Devletler, sizin bu yeni Türkiye’nize somut
olarak ne gibi yardımlarda bulunabilir?” diye sordum.
Solumdaki sarışın dev, “birçok şeyler” dedi. “Türkiye,
temelde bir tarım ülkesi. Başarı veya başarısızlığımız tarıma bağlı.
Canlandırma programında başlıca üç faaliyet önde geliyor. Bunlar, tarım,
ulaştırma ve sağlık; çünkü köylerimizdeki ölüm oranı, dehşet verecek kadar
yüksek.
İlkin tarımı alalım. Birincisi, tarım okulları açmak ki
bunda Amerika yardımcı olabilir, ikincisi traktör ve diğer modern tarım
makinelerine yer vermek suretiyle, tamamen yeni bir tarım bilimi geliştirmek
zorundayız. Pamuk gibi yeni ürünleri geliştirmemiz, tütün gibi eski ürünleri de
yaygınlaştırmamız gerekiyor, ister karayolunda, ister çiftlikte olsun, motor
bizim ilk yardımcımız olacaktır.
Ulaşım da aynı derecede hayatîdir. Dünya Savaşından önce
Almanlar, Türkiye’nin ulaşımı için kapsayıcı bir plân hazırlamışlardı; ancak
bu, ülkenin onlar tarafından ekonomik bakımdan sömürülmesi fikrine dayanıyordu.
Almanlardan kurtulduğumuza memnunum; benim açımdan da, hiçbir zaman bu
otoriteyi tekrar ele geçirebilecek değillerdir. Çok ihtiyaç duyduğumuz
demiryollarımızı geliştirmek için gözlerimizi Amerika’ya çevirdik. Onlara
Chester İmtiyazını vermemizin bir sebebi bu. Bu imtiyazın bizim için ne ifade
ettiğini Amerikalıların anlayacaklarını ümid ediyorum. Bu, sadece yeterli bir
ulaşım değil, aynı zamanda yeni limanların inşası ve millî kaynaklarımızın,
özellikle petrolün işletilmesi ümididir.
Sağlık konusunda zaten, kabinemizin bir unsuru olarak,
bir Sağlık Bakanlığı kurduk; çocuk ölümlerini önlemek için her türlü çaba
gösterilecektir. Bu konuda da gene Amerika yardımcı olabilir.
Ekonomiden söz ederken, yeni Türkiye için hayatî önem
taşıyan başka bir soruna da değineyim. Geçmişte Türkiye’nin trajedisi, büyük
Avrupa devletlerinin, onun ticarî gelişmesi konusunda birbirlerine karşı olan
bencil tutumlarıydı. Bu, büyük imtiyazlar koparma oyununun kaçınılmaz
sonucuydu. Devletler, ahır yemliğindeki köpekler gibiydiler; kendi
istediklerine ulaşamadıkları zaman, rakiplerini de bundan uzak tutmaya
çalışıyorlardı. Yıllardır Çin’de olup bitenler de aynen böyledir; ancak onlar,
Türkiye’yi Çin’e çeviremeyeceklerdir. John Hay tarafından ortaya atılmış
bulunan, herkese açık kapı ve herkes için fırsat eşitliği üzerinde ısrar edeceğiz.
Eğer Avrupa devletleri bu usûlden hoşlanmazlarsa, bunun dışında kalabilirler”.
Bundan sonraki sorum şuydu: “Dünyanın bugünkü hastalığı
için ilâcınız nedir?”
Hemen cevapladı: “Aptalca şüphe ve güvensizlik değil,
akıllıca işbirliği”.
“Milletler Cemiyeti bir çare mi?” diye devam ettim.
“Hem evet, hem hayır” dedi Kemal. “Cemiyetin hatası, bazı
milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır.
Wilson’un self-determinasyon fikri, garip şekilde ortadan kalkmış görünüyor”.
Kemal’e, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine girmesine
taraftar olup olmadığını sorduğumda, şu cevabı verdi:
“Şarta bağlı; ancak şu andaki işleyiş şekliyle Cemiyet,
bir deneme niteliğini sürdürmektedir”.
Şunu söylemekle bir sırrı açığa vurmuş olmuyorum ki,
Kemal, Alman entrikası yüzünden ülkesine çok pahalıya mal olmuş bulunan Büyük
Savaştan çok daha önceleri, İstanbul’daki Alman entrikalarına sürekli şekilde
karşıydı. Almanlarla ilgili herşeye karşı şiddetli muhalefeti yüzünden, savaş
sırasında hükümetin kontrolünü Talât Paşa ile paylaşan Enver Paşa, onu ordu
hizmetinde harcayıp kurtulmaya çalışmıştı. Oysa Enver, Kemal’in kariyerini sona
erdirecek yerde, ona Türkiye’yi kurtarma ve kendisini millî kahraman yapma
fırsatını vermişti.
Evrensel ilgi çeken bir konuda, Türk kadınının kurtuluşu
konusunda Kemal’in kesin fikirleri var. Yalnız peçenin kesinlikle
yasaklanmasına taraftar olmakla kalmıyor, kadının kamusal hayatın bir parçası
olmasını da istiyor. Bu konudaki görüşleri şöyle:
“Kadınlarımız, eğitimde ve çalışmada erkeklere eşit
olmalı. İslamiyetin en eski günlerinden beri, kadın bilginler, yazarlar,
hatipler ve bunun gibi okul açıp ders veren kadınlar olmuştur. Hatta İslam
Dini, kadınlara, kendilerini erkeklerle aynı derecede eğitmelerini emreder.
Yunanlılarla olan savaşta Türk kadınları, cephedeki erkeklerin yerine geçerek
evlerinde her türlü işi yapmış, hattâ ordunun ikmal ve mühimmat taşınması işini
üstlenmişlerdir. Bu, gerçek bir sosyolojik prensibin, yani toplumu daha iyi ve
daha güçlü kılmak için kadınların erkeklerle işbirliği etmesi gerektiği
prensibinin bir sonucu olmuştur.
Türkiye’de kadınların hayatlarını tembellik ve aylaklık
içinde geçirdikleri sanılmaktadır. Bu bir iftiradır. Büyük şehirler hariç,
Türkiye’nin tümünde kadınlar, erkeklerle yanyana tarlalarda çalışmakta ve genel
olarak millî çalışmaya katılmaktadırlar. Sadece büyük şehirlerde Türk kadınları
kocalarınca kapatılmaktadır. Bu da, kadınlarımızın, dinin emrettiğinden daha
fazla örtünüp kapanmalarından ileri gelmektedir. Gelenek, bu noktada fazla
ileri gitmiştir.”
Bütün mülakat sırasında, sözlerini vurgulamak için öne
doğru eğildiği iki an dışında Kemal, koltuğunda dimdik oturmuş ve sürekli
olarak sigara içmişti. Bu taş gibi hatlarda en ufak bir yumuşama belirtisinin
görüldüğü tek an, konuşmanın sonunda az çok kişisel nitelikte meseleleri
tartışmaya başladığımız zamandı; kendisine, evlenmemiş olduğumu, çünkü çok
seyahat ettiğimi ve hiçbir kadının böyle sonu gelmez bir faaliyete tahammül
etmeyeceğini söyledim. Bunun üzerine, “Ben de, ancak son zamanlarda evlendim”
dedi.
Bayan Kemal
Bu, doğal olarak, bizi Kemal’in hayatındaki romansa
götürüyor. Bütün diğer demir adamlar gibi, onun da hassas bir noktası var;
Bayan Kemal’e rastlayınca, onun nasıl olup da teslim olduğunu anladım. Tüm
hikâyeyi ilk ağızdan ve aşağıdaki şekilde işittim:
Mülakatın ortasındayken hizmetkâr içeri girdi ve Kemal’in
kulağına birşey fısıldadı. Kemal derhal döndü ve gururla “Bayan Kemal geliyor”
dedi.
Birkaç saniye sonra, şimdiye kadar rastladığım en çekici
Türk Kadını odaya girdi. Orta boylu, tam doğulu yüzlü ve parlak siyah gözlüydü.
Her hareketi zerafetin ta kendisiydi.
Kemal, beni eşine Türkçe olarak takdim etti. Kendisine
Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir Ingilizceyle cevap verdi; aslında,
İngiliz aksanıyla konuşuyordu. Bunun sebebi de, okul hayatının bir kısmını
İngiltere’de geçirmiş olmasıydı. Daha sonra Fransa’da okumuştu. Bayan Kemal
hemen masanın yanındaki koltuğa oturdu ve eşiyle karşılıklı görüşmemi ilgiyle
izledi.
Onun gelişinden az sonra Kemal, kabinenin hâlâ toplantı
halinde olduğu bitişik odaya çağrıldı; onun yokluğu sırasında Bayan Kemal, bana
hayat hikâyesini anlattı; bu, seçkin kocasının daha zahmetli kariyerinin
hikâyesini, çekici şekilde tamamlıyordu.
Daha önce bahsetmiş olduğum gibi, babası, uzun yıllar
Türkiye’nin ekonomik başkenti olan İzmir’in en zengin tüccarı. Kendi ismi
Latife. Buna, Türkçede evli veya bekâr bayan anlamına gelebilecek “hanım”
kelimesini eklemek gerek. Böylece, evlenmeden önceki ismi Latife Hanım’dı. Eğer
şimdi tam evlilik ismini kullanırsa, Latife Gazi Mustafa Kemal Hanım “olması
gerekir.
Yunan Savaşının ilk günlerinde kâh Paris’te kâh
Londra’daydı. 1921 güzünde, o zaman Yunanlıların elinde olan İzmir’e geri
döndü; Yunanlılar babasını hapsetmişlerdi, daha sonra kendisini de Türk casusu
olma iddiasıyla tutukladılar. Kapıda iki Yunan askerinin nöbetçiliğinde kendi
evinde göz hapsine mahkûm oldu. Burada üç ay geçirdi.
Bir gün Yunan nöbetçileri ansızın ortadan kayboldular.
Ortada, hızlı çekilişin telâş ve gürültüsü vardı; ertesi sabahın erken
saatlerinde muzaffer Türkler İzmir’e girdiler. Birkaç gün sonra Kemal de gelip
ordularının başında muzafferane İzmir’e girdi. Bundan sonrasını Lâtife Hanımın
kendi saf kelimeleriyle anlatayım:
“Mustafa Kemal’le hiç tanışmamış olmakla beraber, onu
İzmir’deki ikameti sırasında bizim misafirimiz olmaya davet ettim. Cesaretini,
vatanseverliğini ve liderliğini takdir ediyordum; davetimizi kabul etti.
Memleketimizin yeniden inşası için ortak ideallerimiz olduğunu gördüm; daha
sonra başka ortak şeylerimiz olduğunu da keşfettik. Çok geçmemişti ki,
dostlarımızdan kırk elli kadarı eve çaya davet edildi. Müftü çağrıldı ve
önceden hiçbir haber verme olmaksızın evlendik. Nikâh yüzüğümüzü daha sonra
İsmet Paşa Lozan’dan getirdi.”
Bayan Kemal, kocasından samimî takdir duygularıyla söz
ediyordu: “O, sadece büyük bir vatansever ve asker değil, aynı zamanda
bencilliği olmayan bir liderdir” dedi. “Kurduğu hükümet sistemi, onsuz da
işleyebilir. O, kendisi için asla hiçbir şey istemez. Kendi kaderine hâkim
Türkiye idealinin yürüyeceğine emin olsaydı, her zaman çekilmeye istekli
olurdu.”
“Ben onun bir çeşit sekreteri görevini görüyorum. Yabancı
gazeteleri onun için okuyup tercüme ediyorum; dinlenmek istediği zaman piyano
çalıyorum; biyografisini de yazmaya başladım.”
“Eşinizin eğlenceleri nelerdir?” diye sordum.
“Müziği sever; okuyacak zaman bulduğu zaman eski çağ
tarihiyle meşgul olur” dedi. Sonra ayaklarımızın dibinde yerde sıçrayıp duran
üç cilveli köpek yavrusunu göstererek ilâve etti: “Ona bu küçük köpekleri de
aldım; onları çok sevdi.”
Oy Hakkından Önce Eğitim
Bayan Kemal’in, Türk kadınlarının geleceği konusunda
kesin fikirleri var. Halide Hanım gibi o da, kadınların hürriyete kavuşmalarına
kuvvetle inanıyor. Bu konuda şunları söyledi:
“Türk kadınları için eşit haklara inanıyorum; bu, oy
verme ve Büyük Millet Meclisine seçilme hakkı demek. Ama şuna da inanıyorum ki,
eğitim, oy hakkından ve kamu hizmetinden önce gelmeli. Cahil köylülerin sırtına
oy hakkını yüklemek saçma olur. Uzun vâdede, kadınlar için kadınlarca yönetilen
okullarımız olmalı. Bunun, yavaş bir süreç olması kaçınılmaz. Peçenin
kaldırılmasına taraftarım.
Kitaplardan konuşmaya başladık. Bayan Kemal’in
Longfellow’un büyük hayranı olmasına çok hayret ettim. Hayat İlâhisinin tümünü
ezberden okudu. Keats, Shelley ve Byron’u ne kadar iyi bildiğini görmek de,
benim için aynı derecede ilginçti.
Bu esnada Kemal döndü ve mülakatımız, bıraktığımız yerden
tekrar başladı. Bitirdiğimizde akşam oluyordu ve gitmek zamanı gelmişti.
Gazi’nin Ankara’da ele geçirdiğim bir fotoğrafını yanımda getirmiştim. 1920’nin
ilk günlerinde çekilmişti. Baktığında, düşünceli şekilde, “bu bana gençliğimi
hatırlatıyor” dedi. Fotoğrafı imzaladı ve isteğim üzerine iki başka resmini
daha verdi.
Veda edildi ve ayrıldım. Gece olmaktayken Ankara’ya geri
döndüm; aralıklarla süvari nöbetçilerince selâmlandım, zira karanlıkta Kemal’in
güvenlik tedbirleri artırılıyordu; durgun havada borazan sesleri yansırken,
güçlü ve hükmedici bir şahsiyetle, insanlar arasında eşi olmayan bir liderle
tanışmış olduğumu idrak ettim.
Bundan sonra yapılması gereken şey, Kemal’in şu ana
kadarki hayli kısa ve dolu hayatını anlatmak. O, bir küçük devlet memurunun
oğlu ve kırküç yıl önce o zaman Türk Bayrağı altında olan Selanik’te doğmuş.
Kemal’in kaderinde ordu vardı; yaşı gelince,
Manastır’daki askerî okula girdi. Orduda iken çalışma arkadaşlarını, askerliğe
karşı duyduğu gerçek aşkla etkiledi. Şimdi olduğu gibi, o zaman da bir
milliyetçiydi. O günlerde bu, sapık bir düşünce sayılıyordu; çünkü Türkiye, din
ve devletin kontrolünü saltanatta birleştiren çürümüş bir yönetimin
pençesindeydi. Başka bir deyişle, sultan sadece hükümdar değil, aynı zamanda
ulu halife olarak dinin de savunucusuydu.
Kemal’in eski askerlik günlerinden bir arkadaşının bana
İstanbul’da söylediğine göre, 1908 İhtilâlini ve 1909 karşı ihtilâlini yapmış
olan ve Enver Paşa’nm egemenliğinde bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti
İktidarının zirvesindeyken, Türkiye’nin gelecekteki kurtarıcısı şunları
söylemişti: “Bu politikacılar başarısız kalmaya mahkûmdurlar; çünkü ülkeyi
değil, bir sınıfı temsil ediyorlar. Sadece siyasî saiklerle hareket ediyorlar.
Birgün Türkiye’nin kurtuluşuna yardım edeceğim.” Napolyon gibi o da, kendisinin
kaderin gönderdiği bir insan olduğuna inanıyordu; sonraki başarıları da bu eski
inancını doğrulamıştı.
Kemal Çanakkale’de
Türkiye’de zeki subayların siyasetteki istikballerinin
parlak olduğu bir dönemde Kemal’in mesleğine bağlı kalmış olması da ilginçtir.
Trablus’ta İtalyanlara karşı savaşmakla birlikte, orduda isim yapmaya
başlaması, ancak Dünya Savaşıyla olmuştur.
Almanlara antipatisi dolayısıyla, şüphesiz, Türkiye’nin
mihver devletleri yanında savaşa girmesine karşıydı. Bu yüzden derhal Enver
Paşa’nın düşmanlığını çekti ve savaş yılları sırasında bu husumet daha da had
noktaya ulaştı. Enver onu her yoldan küçümsemeye çalıştıysa da o, işten
atılamıyacak derecede iyi bir askerdi. Bir ara, o zamanlar veliaht olan
müstakbel Sultan VI. Mehmet’e Almanya’ya yaptığı resmî ziyarette refakat etmek
üzere, geçici olarak cepheden ayrıldı.
Çanakkale savaşları öncesinde Kemal, piyade albayıydı.
İngilizlerle Fransızların kötü bahtlı çıkarmalarını yapmalarından önce bile,
kendisine Gelibolu’da bir komuta mevkii verilmişti. Kısa zaman sonra
tümgeneralliğe yükseltildi -bu ona paşa unvanı kazandırdı- ve 19’uncu Tümenin
komutasını üstlendi. Liman Von Sanders gözden düşdüğünde, yarımadadaki en
yüksek rütbeli Türk subaylarından biri oldu.
Çoğu kimse, Çanakkale Seferinin, büyük ölçüde Kemal’in
süratli karar verişi sayesinde başarısızlığa uğratıldığını bilmez.
Avustralyalıların Anzak Plajına tarihî saldırılarını yaptıkları gün Kemal,
tümenin en iyi alayına Anzak adı verilen Avusturalyalıların saldırmak üzere
olduğu tepelerde tam teçhizatlı olarak manevra yapma emrini vermişti.
Çıkarmanın yapıldığı ve kıyıdaki Türk birliklerinin yenilgiye uğradığı haberi
kendisine ilk ulaştığında, bir yandan da bu hareketin sadece bir aldatmaca
olduğu bildiriliyor ve buna karşı sadece bir tabur ayırması isteniyordu.
Kemal, ateşin niteliğinden ve ilerlemenin yönünden, bunun
bir aldatmaca değil, ciddî bir saldırı olduğunu anladı. Teşebbüsü ele alarak
derhal, geçit resmindeki her üç tabura, önceden kararlaştırılmış manevralarına
girişmelerini emretti. Bunları, ikinci alayın tümü ile, Kemal’in bizzat
yerleştirdiği ve yönettiği bir dağ bataryası izledi. Kemal, diğer tümenin
komutanı ile daha ihtiyatlı üstlerini de işe sokmuş ve böylece durumu
kurtarmıştı.
Dünya Savaşının sonunda Türkiye bitkin bir haldeydi.
İngiliz Donanması Boğazdaydı; Sultan ve danışmanları da, Müttefiklerin elinde
oyuncaktı. 1918’de Mondros Mütarekesi İmzalanıp Türkler teslim olduğunda Kemal,
kahramanca bir mücadeleden sonra Türklerin ardçı kuvvetlerini kurtardığı
Filistin’den daha yeni dönmüştü. Bundan sonra, Küçük Asya’da arta kalan Türk
kuvvetlerine umumî müfettiş tayin edildi.
1919 Mayısında Yunanlılar, uzun zamandır göz diktikleri
İzmir’i işgal ettiler. Bu akılsızca eylem hemen tamamen Lloyd George’un
eseriydi ve İngiliz Başbakanı o zaman anlamamışsa da, kendisini iktidardan
düşüren olaylar zincirinin ilk halkası buydu.
Bu olay, nasıl Yunanlıların nihaî felâketinin ve Lloyd
George’un nihaî düşüşünün başlangıcını ifade ediyorsa, aynı zamanda da Kemal’in
büyük anının geldiğini anlatıyor. Yunanlıların İzmir’i işgalleri ve iradelerini
vahşice hâkim kılmak istemeleri, sanki Türkiye’deki yeni milliyetçilik ateşini
başlatan kıvılcım oldu.
Uzaklarda Erzurum’un ötesinde Kemal, terhis etmek ve
silâhsızlandırmak üzere gönderildiği ordunun kalıntılarıyla beraberdi. İzmir ve
civarındaki Yunan tecavüzlerinin haberi ve İstanbul’da birçok arkadaşlarının
İngilizlerce sürülmesinin hikâyesi oraya ulaştığında; hareket zamanının
geldiğini anladı. Terhis ve silahsızlandırma yerine, silâh ve gönüllüler için
çağrıda bulundu; bunlarla ülkesini mutlaka yokedeceğine inandığı saldırıya
karşı direnecekti. Programı Türkiye’nin yabancı hakimiyetinden kurtulması olan
bir karşı hükümet örgütlendirmeye başladı. Kendisi hareketin başı ve cephesi
olduğundan, taraftarlarına Kemalist denilmeye başlandı. Bu yeni milliyetçi
hareketin ilk merkezi, Erzurum’du. Sonra Sivas’a, 1920 başlarında da Ankara’ya
nakledildi.
Bu arada İstanbul’daki Padişah hükümeti, Müttefiklerin
zoruyla, Kemal’e kesin dönüş emri göndermişti. Bunu reddedince kanun-dışı ilân
edilerek ölüme mahkûm edildi. Bu, sadece onun artan şöhretini daha da yaygınlaş
tirdi.
Kemal’in görevi iki yönlüydü: Bir aşama, “Yunanlıları
kovma” biçiminde sloganlaşmıştı; diğeri, Milliyetçi Hükümeti geliştirmekti, her
iki özlem de gerçekleştirildi. Bunlar, bir yandan askerî liderlik deha ve
stratejisini, öte yandan da güçlü ve örgütlendirici devlet adamlığını
gerektiriyordu. Kemal, bütün bu gerekli nitelikleri kendisinde toplamıştı.
Bu iki yıllık savaşın hikâyesini burada anlatacak yerimiz
yok: Yunanlıların, Sakarya Nehrine, yani Ankara’nın kırk mil yakınına kadar
gelmeleri, Kemal Paşa ve onun kadar zeki olan İsmet Paşa (kendisi meslekten bir
diplomat değil bir askerdir) tarafından istilâcıların nasıl denize
döküldükleri… Bu hikâye çok kez anlatılmıştır.
Türkiye’nin Yeni Anayasası
Bizi burada en çok ilgilendiren şey, Ankara’nın güçlük ve
rahatsızlıkları içerisinde ve bizimki hariç bütün yabancı eller ona düşmanca
kalkmışken Kemal’in kurduğu hükümet sistemidir. Bu, gerçekten, etkileyici bir
demokrasi serüvenidir. Teknik bakımdan böyle adlandırılmamakla beraber, pratik
açıdan tam anlamıyla bir cumhuriyettir.
1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisince kabul edilen
Millî Misak’a göre Türkler, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesinin paralelindedir.
Misak, diğer hususlar arasında şunu da ilân etmiştir ki, “hayatımızın ve
varolmaya devam edebilmemizin temel şartı, millî ve ekonomik gelişmemizin
araçlarını sağlama konusunda, bütün diğer ülkeler gibi, tam bir bağımsızlık ve
hürriyete sahip olmamızdır.”
Yeni Türk Anayasası, Temel Kanun adı verilen kanunda
ifadesini bulmaktadır. Bu kanun, milletin egemenliğinin millette olduğunu ve
halk tarafından seçilen Büyük Millet Meclisince kullanılacağını belirtmektedir.
Savaş ve barış yetkisi, sadece bu meclise aittir. Meclis kendi başkanını kendi
seçer (halen Kemal Paşa’nın işgal ettiği mevki); başkan, devletin en yüksek
görevlisidir. Daha önce işaret ettiğim gibi, meclis kabine üyelerini de seçer.
Türkiye’nin geçmiş tarihini düşündüğünüzde, bu yeniliklerden çok daha önemlisi,
din ve devletin mutlak ayrılığıdır. Sultan sorunu bitmiştir.
Kişisel Nitelikler
Kemal’in alelade bir insan olmadığını şimdiye kadar
anlamış olmanız gerekir. Kişiyi ve yöntemini incelediğinizde, onun hayret
verici başarısının gerisinde iki niteliğin yattığını farkedersiniz. Biri, demir
bir iradenin emrinde yürüyen şaşmaz bir gaye; öbürü, kamuoyuna karşı derin
saygısı. Gerçi halkı ona tapmaktadır ama, o başlangıçtan itibaren attığı her
adımda halkına danışmıştır. Bir öneride bulunmak istediği zaman kütlelere
gitmekte ve halka görüşünü açıklamaktadır. Büyük Millet Meclisiyle olan
ilişkileri de aynı niteliktedir.
Giyim ve muaşeret âdabı konusunda çok titiz olmasına
rağmen, bütün hayatına dolambaçsız bir basitlik hakimdir. İlerleyen Yunanlılara
karşı Türklerin son mukavemetini yönetmek için cepheye giderken arkasında
bıraktığı tek belge, o zaman Büyük Millet Meclisinin Başkan Vekili olan Dr.
Adnan Bey’e yazdığı şu kısa nottu:
“Büyük Millet Meclisi Başkan Vekiline: Ben cepheye
gidiyorum. Yokluğum sırasında işlerimle meşgul olmanızı rica ederim.”
MUSTAFA KEMAL
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Enver Paşa’nın başarısızlığıyla Kemal Paşa’nın başarısını
karşılaştırırsanız, bunların strateji yönünden ne kadar farklı olduklarını
görebilirsiniz. Enver, amacını gerçekleştirmek için dosdoğru gider; bir duvara
çarptığı zaman onu yıkmaya çalışırdı. Sonunda yenik düştü. Kemal ise, bir
engelle karşılaştığı zaman, onu aşana kadar sabırla bekler; genellikle de
amaçlarına ulaşır. Şimdi sözünü ettiğim sabır, askerî kariyerinin zirvesini
teşkil eden Sakarya’da ona büyük hizmet etmiştir.
Şu an için Kemal, halkının neredeyse çılgınca sevgisiyle
birlikte, kendi başarı dizisinin onu getirdiği başdöndürücü yükseklikte emniyet
içinde bulunuyor. Geçen Ağustosun ondördünde yeniden Büyük Millet Meclisi
Başkanlığına seçildi. Ona verilmeyen tek bir oy vardı; o da ismet Paşa’ya verilmişti
ve Kemal’in seçkin arkadaşını bu şekilde onore etmiş olduğu sanılıyordu.
Bu arada, sıkıntıları başlayacaktır. Halen, Müdafaa-i
Hukuk Partisi olarak adlandırılan partinin hakimidir (aslında, bu partinin ta
kendisidir); şimdi Halk Partisi olan bu partinin karşısında bir muhalefet hemen
hemen yok gibidir. Ancak zamanla başka bir kanat mutlaka belirecek ve
kaçınılmaz siyasal bölünme ortaya çıkacaktır.
Daha yakın ödev, bu ateşli ekonomik ve siyasal
self-determinasyon formülünü, yeni Türkiye’nin bu Magna Charta’sını, kesin ve
pratik realiteye tercüme etmektir. Gürültü, patırtı bitmiş, barış
imzalanmıştır. Şimdi savaşın yaralarının sarılması gerekmektedir. Dolayısıyla,
Kemal’in millî lider olarak gerçek sınavı, oniki yıllık nerdeyse kesintisiz
savaşın getirdiği harabiyetten, düzen ve refah elde edebilmektedir.
Savaş meydanındaki ve toplum hayatındaki hayret verici
başarısını, ekonomik kurtarıcı olarak da tekrarlayıp tekrarlayamıyacağını
görmek için beklemek gerekir. Kader onun için ne saklıyorsa saklasın, o çoktan
çağının tarihine kendisini büyük harflerle yazmıştır.
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi – 1984



0 yorum: "1923 Yılında Yapılan Atatürk Röportajı"