Bitki denilen ot türünün de bir rûhu olduğu öteden beri
bilinir. Çiçeğinden çayırına, meyvelisinden meyvesizine en azından toprağın
süsü olan ot türleri kokuları, renkleri, görünüşleri ile bir an için yok
oluvermeler...? Düşünebiliyor musunuz, uçsuz bucaksız bir kel toprak sizi
gözlerinizden başlayarak yavaş yavaş nasıl kurutur ve bir kararmış rûh ile
ömrünüzü nasıl tamamlayabilirsiniz?
Allah insanı yaratmadan önce insanın rûhunu doyuracak
güzellikler ile yeryüzünü bezedi; fakat dağın taşın kabul etmediğini arsız ve
düşüncesiz alıcılığıyla kabul ediveren insan, özü için yaradılanları hoyratça
çiğneyebilecek yaradılışta da olduğu için, tabiatın yaşama sevincini duyuran
güzelliklerini çekinmeden ayak altına alabiliyor.
Halbuki ot dediğimiz hareket edemeyen canlı, rûhu ile
senin benim rûhumu dinlendirirken ya doğrudan doğruya bedeni ya da meyveleriyle
hareket edebilen canlıyı beslemektedir. Tabiat içinde hareketli hareketsiz
canlıların görünür görünmez yardımlaşmasıyla kurulan denge âlemlerin uyumunu
sağlıyor; insan ömrü ise bu uyumun sürekliliğine bağlı.
Buna rağmen hemen hemen hepimiz hareketsiz olanı cansız
sayarız. Daha doğrusu hareketi görünürlüğünde varsaydığımız için düştüğümüz
yanılgı bizi yanlış yargılara götürüyor. Ömrümüzün yaşanılan hayatını da
genellikle bu yanlış yargılar yoruyor; huzursuzluklarımızı doğuran işte bu
yorgunluklardır.
Allah'ın bizim için süslediği toprağın mevsimlere uygun
güzelleşmesini gördükçe şükredebilseydik, yorgunluklarımızın çoğu uçar gider,
ömrümüz anlam kazanırdı.
Japonlar şükretmesini bana göre, durup dinlenme bilmez
çalışma arzularıyla açığa vuruyorlar. Bu arada denemeler yoluyla yaptıkları
araştırmaların olumlu sonuçları da kazançları oluyor ki, o bitip tükenme bilmez
çalışma yıpranmışlığına rağmen huzurlu görünmekteler.
Yirmi beş yıl kadar önce gördüğüm Japonya'da zaman ve
mekân akıllıca kullanılarak insanlar sürekli bir şekilde uyarılıyor ve sanki
her Japon'a geçip gitmekte olan zaman ile birlikte eskiyen ve azalan bir ömrün
bundan sonrasının kaybedilmemesi gerekliliği hatırlatılıyordu. Sabahları,
açtığınız televizyonun bir köşesinde saat, saniye saniye zamanı tüketiyor;
bindiğiniz taksinin görünür yerinde, trenin her vagonunun giriş çıkışında
bakışınıza karşı ayrı ayrı; otobüsünüzün ön camında, istasyonda, kimseler yok
sanılır kırların ortasında yükselmiş bir çıkıntı üstünde, fabrika bacasında
görünecek biçimde, bekleme yerlerinde, pastahânede.. aklınıza gelebilecek
gelmeyecek yerlerde bile saat, saat saat yine saat!
Hepsi de saniye şaşmadan akrebiyle yelkovanıyla günün
hangi vaktini bitirmekte olduğunuzu beyninize işliyor ve sanki her Japon'un
beyninde de var olduğunu sandığım saatleri ayarlayarak Japonya'yı bir uçtan öte
uca hareketlendiriyordu. Dünyanın saat merkezi bilinen İsviçre'de bile zamanı
böylesine canlı ve hareketli hissetmemiş, bu kadar çok yerde izlememiştim.
Zaman Japonya'nın tek ve vazgeçilemez hazinesiydi sanki ve saatler Japonların
zaptiyesiydi!
Bir de deneyimler.. her adım başında denilebilecek kadar
sık kollu kumar makineleriyle kumar düşkünlüğünü saklamayan Japonlar durmadan
deneme, bulmaca çözercesine deneyimlerle uğraşma sevdâsında köleleşmiş
gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı'nın kötü yenilgisini zafere çevirmek
istercesine bir kendini işe verişti bu; deneye deneye en iyisini bulup
üstünleşmesini bildiler ve utançlı yenilişi zafere dönüştürdüler.
Denemelerin birçoğu da otların otsuların, bitkiler
dünyasının duygu yapısı üzerinde yoğunlaşmıştı. Duyanın dudak büküp burun
kıvıracağı, bilgiçlik taslayanlarımızın gülüp geçeceği, maddeci inançsızların
boşa zaman harcaması deyip önemseyemeyeceği bitkiler dünyası üzerinde yapılan
denemeler sonuçlarını da vermeye başlamıştı üstelik.
Ot deyip çiğnediğimiz bitkinin duygularıyla yaşadığı, bir
tür rûh canlılığıyla insan denilen bizlerin davranışlarından etkilendiği
üzüldüğü meselâ hüzünlendiği korktuğu, öfkelendiği veya uysallaşıverdiği,
sevindiği belirgin bir şekilde kayıtlara geçirilmişti. En küçük titreşimleri,
görülmesi imkânsız değişmeleri ölçebilen elektrikle çalışır ölçerlerin kâğıda
döktüğü çizgiler bitkilerin rûh hallerinin dile gelmesiyle aslında ve çok uzun
deneyimler sonucu uzmanlar o dilin bilmecesini çözebilmişlerdi.
Bakıcısının her günkü ilgisine alışık olan bir bitki,
ilginin azalışından üzüldüğü gibi ilgisizliğin sürmesinden de söyünüveriyor,
ilgi yoğunlaşması ise canlılığını arttırıyordu. Asık yüzlü yaklaşım, sert
söylenişler, kabaca davranışlar bitkide olumsuz etkiler uyandırıyor; hoşça
söylenilmiş sevgi sözcükleri, okşayımsı dokunuşlar ve benzer tutumların bitki
üzerindeki etkisi olumlu titreşimlere dönüşüyordu.
Bu tür deneyimlerin en şaşırtıcısı umulmadık bir anda
gelişmiş, denemeci uzmanlar dışında bir bahçevanın deneme odasına ansızın girişi
elektrikle çalışır ölçerlere bağlı bütün bitkilerde beklenmedik korku
titreşmeleri oluşturmuştu. Bahçevan odadan çıkınca denek bitkilerin hepsi
birden rahat nefes almışçasına eski hallerine dönmüşlerdi.
Değişimin bahçevandan geliştiği anlaşılınca aynı kişi
birkaç saat içinde deneme odasına birkaç defa alınıp çıkarılmış, her giriş
çıkışta bitkilerin tedirginleşmesiyle rahatlaması kayıtlara geçirilmişti.
Bahçevanın dışındakilerin hiçbiri bitkileri böylesine
korkutmamış; değişik kişilerle değişik denemeler yapılmış bahçevandaki
etkileşme görülmemişti. O vakit o bahçevan üzerinde duruldu, araştırıldı ve şu
durum ortaya çıktı : Bahçevan deneme odasına ilk girdiğinde bahçeden gelmiş, bahçede
çim kesmekteymiş o sırada; üzerinde kesik otların yapıştığı önlüğü tâze
kesilmiş çayır kokusu varmış ve eldivenleri ot bulaşığı imiş!
Ertesi gün aynı bahçevanı, bu defa yıkanmış arınmış, üstü
başı değişik, yeni giyilmiş elbisesiyle deneme odasına almışlar. Denek
bitkilerin tümü birden korku titremesine kapılmış yine, celladını görmüş
insanların korkusu gibi!
***
Çoğumuzun hayvan deyip hor gördüğü duygusuz kaba saba
insanların davranışına ölçü bildiği hayvanca sözüyle aşağılanan velâkin
hepimizin bir sebeple muhtacı durumunda bulunduğumuz hayvanların da otlar,
otsular gibi rûh yapılarının hareketinde yaşadığı söylenir, yazılmıştır da.
Kimse inanmazsa bile ben çocukluğumda gördüğüm ilgimi çektiği için de durup
seyrederek tanığı olduğum birkaç olaydan biliyorum.
1937 yılı Nisan veya Mayıs'ında bir gün olabilir; anaç
tavuk bizim oralılar gurg der anaç tavuğa, sekiz on civcivini hem gezdiriyor,
hem yeme alıştırıyordu. Atlı arabaların durağında da tek at koşulu üç beş araba
sıradaydı, beklerken atlar torbalarında yem kestiriyor bir yandan, öte yandan
da arabacılar yârenliği koyulaştırdıkça koyulaştırıyordu.
At artıklarını ganimet bilen anaç tavuk civcivlerini en
yemlisinin üstüne salmış, deşinip sindirilmemiş arpaları açığa çıkarırken
civcivleri gıdaklayarak yanına çağırıyor, taneleri gösteriyor; bu iş ile
uğraşırken de bir gözü atları gözetiyor, yavrularını kolluyordu.
Hava sıcakça ve sinekliydi. Atlar arada bir ayak
değiştiriyor, sinekleniyordu. Derken, bir ayak değiştirmesinde civcivlerin en
beceriksizi ayakaltında kaldı ezildi. Atın haberi yoktu. Başlangıçta anaç
tavuğun da olmadı, fakat ezilen civcivin ezik ciklemesi anaç tavuğu şaşırttı,
bir baktı, yavrusu ezik!.. dellendi bir anda; kanatlarının var gücünde gerilmiş
çırpınışıyla ata saldırdı, kendinden yüzlerce kere büyük ve ağır atı, elinden
gelebilse devirecekti.
At da,
o harekete şaşırdı, başını eğdi, baktı.. anaç tavuğun saldırısına şaşmışçasına
bakmaktayken ezik civcivi fark etti, ayağının altındaydı, birden kaldırdı
ayağını, canı yanmış gibi bir tuhaf sızlamada o ayağı öylece kalkık tuttu,
titrer gibiydi o ayak. Açıkta kalan ezik yavrusunu gören anaç tavuk çığlık
çığlığa dövünürcesine kanatlarını açıp kapıyordu, dönüp duruyordu; sonra
çaresizleşti, halsizleşti sanki sonra; daha sonra sağ kalan civcivlerini
topladı, aldı götürdü, ağlarcasına gurkluyordu.
At, ayağını epeyce süre yere basamadı. Eğik başında
gözleri ezik civcive bakakalmıştı. Gördüğümü yıllarca unutamadım. Geçenlerde
gazetelerde haberi okuyunca 60 yıl sonra bir kere daha hatırladım. Haber, Kütahya'dan,
Gediz'den gelmeydi. Bir eşekten söz ediyordu. Dünyanın en kahırlı, en günahsız;
velâkin en haksız yere olmayacak sıfatları verdiğimiz eşeklerden birini
anlatıyordu; tanıklık eden bir eşeği!
Gediz'de bir cinâyet işleniyor. Kâtili bilinmiyor.
Biliniyor da aslında elde delil yok. Bu sebepten öldüren kişi şehirde serbestçe
dolaşmakta. Bir gün öldürdüğü kişinin eşeği ile yolda karşılaşıyor. Eşek o anda
huysuzlanıyor, adamın üzerine yürüyor, ısırıyor, tekmeliyor.
Eşeğin saldırısından adamı zor kurtarıyorlar. Ne var ki
eşek başka kimseye saldırmıyor, herkese uysal, herkese yakın; fakat sahibini
öldüreni görünce kuduruyor. Candarma çavuşu olayı duyunca eşeği denemeye
alıyor. Sekiz on kişiyi sıralıyor, aralarına delilsiz sanık bilinen kişiyi de
koyuyor, eşeği önlerinden geçiriyor. Hiçbirine tepki göstermeyen eşek sahibini
öldüreni görür görmez yükleniveriyor. Bir, iki, üç... her deneme aynı sonuçta
bitiyor. İyice çâresizleşen sanık, kurtulmanın tek yolunu doğruyu söylemekte
buluyor : "Doğru, ben öldürdüm!" diyor; "Eşek haklı.."
Kütahya Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan sanık 15 yıl
hapis cezâsına çarptırılıyor. Yargıtay cezâyı onaylıyor.
Buna rağmen eşeklerin de korktuğu yaratıklar vardır.
Bunlardan biri ufacık, tırnak kadar bir hayvandır, sahibinin kâtilinden
korkmayan eşeği de kolayca deli edebilir, çileden çıkan eşeğin de ne yapacağı
pek bilinmez.
O küçücük sineğin adına 'Büvelek' denir. 'Kör Arı'
denildiği de olur; arı ile iri kara sinek arası bir uçar böcektir. Özellikle
eşeklerin belâlısıdır, kanlarını emmek için eşeğin çevresinde vızıldar durur.
Eşek kör arının gelişini bile seziverir; vızıltısını duymasa da gelişini
görmese de çevredeki varlığını sezmekte gecikmez. O vakit gözleri delicesine
açılır, burun delikleri halkalaşır, solukları korku ile öfke arası kabarmalarda
tısılar.
Büvelek (Hipoderma bovis) - Nokra Hastalığı etkenidir.
Her halde kör arının sokuşu epeyce acı veriyordur ki ona
göre cüssesi on bin kere büyük bir hayvan korkudan kaçacak delik aramakta!
Velâkin kör arı da hınzır, eşeğin korkusunu sezdikçe vınılar durur çevresinde
vınılar durur. Derken bir kaçmaca kovalamaca başlar; eşek dehşetler içinde
kaçıyordur, kör arı dızdızlarıyla kovalamakta..
Çocukluğumda böyle bir kaçıp kovalamaca görmüştüm. En
seçme üzümlerden doldurduğumuz iki küfe üzümü yüklemiş bağdan şehre
getiriyordum. Yüz kiloya yakın bir üzüm yükü, eşek güçlü olduğundan sıkıntı
vermiyordu.
Üç yaşlarında acar bir hayvandı; uysaldı, huysuzluğu
yoktu. Üzüm yükü nâzikçedir, sallantıya gelmez, gelirse üzüm şıraya döner, o
yüzden ağır ağır gitmekteydik. O sırada kör arı vızıladı!
Eşek bir durdu, bir dinledi, bir tedirginleşti. Büvelek,
hayvanın kuyruk sokumuna yakın konacak yer arıyordu o anda; ben büveleğin ne
olduğunu o gün orada anladım. Eşek deliriverdi çünkü. O akıllı uslu hayvan
gitmiş, yerine bir çılgın eşek gelmişti. Çılgınlığın ötesinde kaçıyordu.
Yetişmekte zorluk çekiyordum. Eşeğin burnundan soluması hınklama haline
gelmişti; boğazında kilitlenmiş sesleri zorluyor, terliyordu.
Büvelek hınzırlaştıkça hınzırlaşmıştı; düşman hedefine
dalan savaş uçaklarından beter dalışlardaydı. Üzümler sarsıla sarsıla
üzümlükten ya çıkmış ya çıkmak üzereydi. Yolumuza göllenmiş bir su birikintisi
çıktı ve eşek... kurtuldu; suya yatıverdi, üzüm yükü yere serildi!
Büvelek de sudan korkarmış, suya yanaşamadı, iki
dızdızdan sonra çekilip gitti. Eşek hâlâ korku kumkumalarındaydı, gözleri deli
gözlerinden farksızdı; fakat o kadar mahzun, o kadar mahzundu ki.. korkusundan
utanıyor gibi geldi bana.
O gün bugün düşünmüşümdür. Yaradılışın ve yaradılanların
elbette bir hikmeti var, velâkin büvelek denilen o sinek irisi kör arının
yaratılış hikmetini henüz anlayabilmiş değilim. Acaba işe yarar canlıları
korkutmak, sokmak, kanlarını emmek için mi?
0 yorum: "Eşek Deyip Geçmemeli"