Comments

26 Mayıs 2015

Eşek Deyip Geçmemeli



Bitki denilen ot türünün de bir rûhu olduğu öteden beri bilinir. Çiçeğinden çayırına, meyvelisinden meyvesizine en azından toprağın süsü olan ot türleri kokuları, renkleri, görünüşleri ile bir an için yok oluvermeler...? Düşünebiliyor musunuz, uçsuz bucaksız bir kel toprak sizi gözlerinizden başlayarak yavaş yavaş nasıl kurutur ve bir kararmış rûh ile ömrünüzü nasıl tamamlayabilirsiniz?        


Allah insanı yaratmadan önce insanın rûhunu doyuracak güzellikler ile yeryüzünü bezedi; fakat dağın taşın kabul etmediğini arsız ve düşüncesiz alıcılığıyla kabul ediveren insan, özü için yaradılanları hoyratça çiğneyebilecek yaradılışta da olduğu için, tabiatın yaşama sevincini duyuran güzelliklerini çekinmeden ayak altına alabiliyor.

Halbuki ot dediğimiz hareket edemeyen canlı, rûhu ile senin benim rûhumu dinlendirirken ya doğrudan doğruya bedeni ya da meyveleriyle hareket edebilen canlıyı beslemektedir. Tabiat içinde hareketli hareketsiz canlıların görünür görünmez yardımlaşmasıyla kurulan denge âlemlerin uyumunu sağlıyor; insan ömrü ise bu uyumun sürekliliğine bağlı.

Buna rağmen hemen hemen hepimiz hareketsiz olanı cansız sayarız. Daha doğrusu hareketi görünürlüğünde varsaydığımız için düştüğümüz yanılgı bizi yanlış yargılara götürüyor. Ömrümüzün yaşanılan hayatını da genellikle bu yanlış yargılar yoruyor; huzursuzluklarımızı doğuran işte bu yorgunluklardır.

Allah'ın bizim için süslediği toprağın mevsimlere uygun güzelleşmesini gördükçe şükredebilseydik, yorgunluklarımızın çoğu uçar gider, ömrümüz anlam kazanırdı.
Japonlar şükretmesini bana göre, durup dinlenme bilmez çalışma arzularıyla açığa vuruyorlar. Bu arada denemeler yoluyla yaptıkları araştırmaların olumlu sonuçları da kazançları oluyor ki, o bitip tükenme bilmez çalışma yıpranmışlığına rağmen huzurlu görünmekteler.

Yirmi beş yıl kadar önce gördüğüm Japonya'da zaman ve mekân akıllıca kullanılarak insanlar sürekli bir şekilde uyarılıyor ve sanki her Japon'a geçip gitmekte olan zaman ile birlikte eskiyen ve azalan bir ömrün bundan sonrasının kaybedilmemesi gerekliliği hatırlatılıyordu. Sabahları, açtığınız televizyonun bir köşesinde saat, saniye saniye zamanı tüketiyor; bindiğiniz taksinin görünür yerinde, trenin her vagonunun giriş çıkışında bakışınıza karşı ayrı ayrı; otobüsünüzün ön camında, istasyonda, kimseler yok sanılır kırların ortasında yükselmiş bir çıkıntı üstünde, fabrika bacasında görünecek biçimde, bekleme yerlerinde, pastahânede.. aklınıza gelebilecek gelmeyecek yerlerde bile saat, saat saat yine saat!

Hepsi de saniye şaşmadan akrebiyle yelkovanıyla günün hangi vaktini bitirmekte olduğunuzu beyninize işliyor ve sanki her Japon'un beyninde de var olduğunu sandığım saatleri ayarlayarak Japonya'yı bir uçtan öte uca hareketlendiriyordu. Dünyanın saat merkezi bilinen İsviçre'de bile zamanı böylesine canlı ve hareketli hissetmemiş, bu kadar çok yerde izlememiştim. Zaman Japonya'nın tek ve vazgeçilemez hazinesiydi sanki ve saatler Japonların zaptiyesiydi!

Bir de deneyimler.. her adım başında denilebilecek kadar sık kollu kumar makineleriyle kumar düşkünlüğünü saklamayan Japonlar durmadan deneme, bulmaca çözercesine deneyimlerle uğraşma sevdâsında köleleşmiş gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı'nın kötü yenilgisini zafere çevirmek istercesine bir kendini işe verişti bu; deneye deneye en iyisini bulup üstünleşmesini bildiler ve utançlı yenilişi zafere dönüştürdüler.

Denemelerin birçoğu da otların otsuların, bitkiler dünyasının duygu yapısı üzerinde yoğunlaşmıştı. Duyanın dudak büküp burun kıvıracağı, bilgiçlik taslayanlarımızın gülüp geçeceği, maddeci inançsızların boşa zaman harcaması deyip önemseyemeyeceği bitkiler dünyası üzerinde yapılan denemeler sonuçlarını da vermeye başlamıştı üstelik.
    
Ot deyip çiğnediğimiz bitkinin duygularıyla yaşadığı, bir tür rûh canlılığıyla insan denilen bizlerin davranışlarından etkilendiği üzüldüğü meselâ hüzünlendiği korktuğu, öfkelendiği veya uysallaşıverdiği, sevindiği belirgin bir şekilde kayıtlara geçirilmişti. En küçük titreşimleri, görülmesi imkânsız değişmeleri ölçebilen elektrikle çalışır ölçerlerin kâğıda döktüğü çizgiler bitkilerin rûh hallerinin dile gelmesiyle aslında ve çok uzun deneyimler sonucu uzmanlar o dilin bilmecesini çözebilmişlerdi.

Bakıcısının her günkü ilgisine alışık olan bir bitki, ilginin azalışından üzüldüğü gibi ilgisizliğin sürmesinden de söyünüveriyor, ilgi yoğunlaşması ise canlılığını arttırıyordu. Asık yüzlü yaklaşım, sert söylenişler, kabaca davranışlar bitkide olumsuz etkiler uyandırıyor; hoşça söylenilmiş sevgi sözcükleri, okşayımsı dokunuşlar ve benzer tutumların bitki üzerindeki etkisi olumlu titreşimlere dönüşüyordu.

Bu tür deneyimlerin en şaşırtıcısı umulmadık bir anda gelişmiş, denemeci uzmanlar dışında bir bahçevanın deneme odasına ansızın girişi elektrikle çalışır ölçerlere bağlı bütün bitkilerde beklenmedik korku titreşmeleri oluşturmuştu. Bahçevan odadan çıkınca denek bitkilerin hepsi birden rahat nefes almışçasına eski hallerine dönmüşlerdi.

Değişimin bahçevandan geliştiği anlaşılınca aynı kişi birkaç saat içinde deneme odasına birkaç defa alınıp çıkarılmış, her giriş çıkışta bitkilerin tedirginleşmesiyle rahatlaması kayıtlara geçirilmişti.

Bahçevanın dışındakilerin hiçbiri bitkileri böylesine korkutmamış; değişik kişilerle değişik denemeler yapılmış bahçevandaki etkileşme görülmemişti. O vakit o bahçevan üzerinde duruldu, araştırıldı ve şu durum ortaya çıktı : Bahçevan deneme odasına ilk girdiğinde bahçeden gelmiş, bahçede çim kesmekteymiş o sırada; üzerinde kesik otların yapıştığı önlüğü tâze kesilmiş çayır kokusu varmış ve eldivenleri ot bulaşığı imiş!

Ertesi gün aynı bahçevanı, bu defa yıkanmış arınmış, üstü başı değişik, yeni giyilmiş elbisesiyle deneme odasına almışlar. Denek bitkilerin tümü birden korku titremesine kapılmış yine, celladını görmüş insanların korkusu gibi!
***
Çoğumuzun hayvan deyip hor gördüğü duygusuz kaba saba insanların davranışına ölçü bildiği hayvanca sözüyle aşağılanan velâkin hepimizin bir sebeple muhtacı durumunda bulunduğumuz hayvanların da otlar, otsular gibi rûh yapılarının hareketinde yaşadığı söylenir, yazılmıştır da. Kimse inanmazsa bile ben çocukluğumda gördüğüm ilgimi çektiği için de durup seyrederek tanığı olduğum birkaç olaydan biliyorum.

1937 yılı Nisan veya Mayıs'ında bir gün olabilir; anaç tavuk bizim oralılar gurg der anaç tavuğa, sekiz on civcivini hem gezdiriyor, hem yeme alıştırıyordu. Atlı arabaların durağında da tek at koşulu üç beş araba sıradaydı, beklerken atlar torbalarında yem kestiriyor bir yandan, öte yandan da arabacılar yârenliği koyulaştırdıkça koyulaştırıyordu.

At artıklarını ganimet bilen anaç tavuk civcivlerini en yemlisinin üstüne salmış, deşinip sindirilmemiş arpaları açığa çıkarırken civcivleri gıdaklayarak yanına çağırıyor, taneleri gösteriyor; bu iş ile uğraşırken de bir gözü atları gözetiyor, yavrularını kolluyordu.  

Hava sıcakça ve sinekliydi. Atlar arada bir ayak değiştiriyor, sinekleniyordu. Derken, bir ayak değiştirmesinde civcivlerin en beceriksizi ayakaltında kaldı ezildi. Atın haberi yoktu. Başlangıçta anaç tavuğun da olmadı, fakat ezilen civcivin ezik ciklemesi anaç tavuğu şaşırttı, bir baktı, yavrusu ezik!.. dellendi bir anda; kanatlarının var gücünde gerilmiş çırpınışıyla ata saldırdı, kendinden yüzlerce kere büyük ve ağır atı, elinden gelebilse devirecekti.         

At da, o harekete şaşırdı, başını eğdi, baktı.. anaç tavuğun saldırısına şaşmışçasına bakmaktayken ezik civcivi fark etti, ayağının altındaydı, birden kaldırdı ayağını, canı yanmış gibi bir tuhaf sızlamada o ayağı öylece kalkık tuttu, titrer gibiydi o ayak. Açıkta kalan ezik yavrusunu gören anaç tavuk çığlık çığlığa dövünürcesine kanatlarını açıp kapıyordu, dönüp duruyordu; sonra çaresizleşti, halsizleşti sanki sonra; daha sonra sağ kalan civcivlerini topladı, aldı götürdü, ağlarcasına gurkluyordu.

At, ayağını epeyce süre yere basamadı. Eğik başında gözleri ezik civcive bakakalmıştı. Gördüğümü yıllarca unutamadım. Geçenlerde gazetelerde haberi okuyunca 60 yıl sonra bir kere daha hatırladım. Haber, Kütahya'dan, Gediz'den gelmeydi. Bir eşekten söz ediyordu. Dünyanın en kahırlı, en günahsız; velâkin en haksız yere olmayacak sıfatları verdiğimiz eşeklerden birini anlatıyordu; tanıklık eden bir eşeği!

Gediz'de bir cinâyet işleniyor. Kâtili bilinmiyor. Biliniyor da aslında elde delil yok. Bu sebepten öldüren kişi şehirde serbestçe dolaşmakta. Bir gün öldürdüğü kişinin eşeği ile yolda karşılaşıyor. Eşek o anda huysuzlanıyor, adamın üzerine yürüyor, ısırıyor, tekmeliyor.

Eşeğin saldırısından adamı zor kurtarıyorlar. Ne var ki eşek başka kimseye saldırmıyor, herkese uysal, herkese yakın; fakat sahibini öldüreni görünce kuduruyor. Candarma çavuşu olayı duyunca eşeği denemeye alıyor. Sekiz on kişiyi sıralıyor, aralarına delilsiz sanık bilinen kişiyi de koyuyor, eşeği önlerinden geçiriyor. Hiçbirine tepki göstermeyen eşek sahibini öldüreni görür görmez yükleniveriyor. Bir, iki, üç... her deneme aynı sonuçta bitiyor. İyice çâresizleşen sanık, kurtulmanın tek yolunu doğruyu söylemekte buluyor : "Doğru, ben öldürdüm!" diyor; "Eşek haklı.."

Kütahya Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan sanık 15 yıl hapis cezâsına çarptırılıyor. Yargıtay cezâyı onaylıyor.

Buna rağmen eşeklerin de korktuğu yaratıklar vardır. Bunlardan biri ufacık, tırnak kadar bir hayvandır, sahibinin kâtilinden korkmayan eşeği de kolayca deli edebilir, çileden çıkan eşeğin de ne yapacağı pek bilinmez.

O küçücük sineğin adına 'Büvelek' denir. 'Kör Arı' denildiği de olur; arı ile iri kara sinek arası bir uçar böcektir. Özellikle eşeklerin belâlısıdır, kanlarını emmek için eşeğin çevresinde vızıldar durur. Eşek kör arının gelişini bile seziverir; vızıltısını duymasa da gelişini görmese de çevredeki varlığını sezmekte gecikmez. O vakit gözleri delicesine açılır, burun delikleri halkalaşır, solukları korku ile öfke arası kabarmalarda tısılar.

Büvelek (Hipoderma bovis) - Nokra Hastalığı etkenidir.

Her halde kör arının sokuşu epeyce acı veriyordur ki ona göre cüssesi on bin kere büyük bir hayvan korkudan kaçacak delik aramakta! Velâkin kör arı da hınzır, eşeğin korkusunu sezdikçe vınılar durur çevresinde vınılar durur. Derken bir kaçmaca kovalamaca başlar; eşek dehşetler içinde kaçıyordur, kör arı dızdızlarıyla kovalamakta..

Çocukluğumda böyle bir kaçıp kovalamaca görmüştüm. En seçme üzümlerden doldurduğumuz iki küfe üzümü yüklemiş bağdan şehre getiriyordum. Yüz kiloya yakın bir üzüm yükü, eşek güçlü olduğundan sıkıntı vermiyordu.

Üç yaşlarında acar bir hayvandı; uysaldı, huysuzluğu yoktu. Üzüm yükü nâzikçedir, sallantıya gelmez, gelirse üzüm şıraya döner, o yüzden ağır ağır gitmekteydik. O sırada kör arı vızıladı!

Eşek bir durdu, bir dinledi, bir tedirginleşti. Büvelek, hayvanın kuyruk sokumuna yakın konacak yer arıyordu o anda; ben büveleğin ne olduğunu o gün orada anladım. Eşek deliriverdi çünkü. O akıllı uslu hayvan gitmiş, yerine bir çılgın eşek gelmişti. Çılgınlığın ötesinde kaçıyordu. Yetişmekte zorluk çekiyordum. Eşeğin burnundan soluması hınklama haline gelmişti; boğazında kilitlenmiş sesleri zorluyor, terliyordu.

Büvelek hınzırlaştıkça hınzırlaşmıştı; düşman hedefine dalan savaş uçaklarından beter dalışlardaydı. Üzümler sarsıla sarsıla üzümlükten ya çıkmış ya çıkmak üzereydi. Yolumuza göllenmiş bir su birikintisi çıktı ve eşek... kurtuldu; suya yatıverdi, üzüm yükü yere serildi!

Büvelek de sudan korkarmış, suya yanaşamadı, iki dızdızdan sonra çekilip gitti. Eşek hâlâ korku kumkumalarındaydı, gözleri deli gözlerinden farksızdı; fakat o kadar mahzun, o kadar mahzundu ki.. korkusundan utanıyor gibi geldi bana.

O gün bugün düşünmüşümdür. Yaradılışın ve yaradılanların elbette bir hikmeti var, velâkin büvelek denilen o sinek irisi kör arının yaratılış hikmetini henüz anlayabilmiş değilim. Acaba işe yarar canlıları korkutmak, sokmak, kanlarını emmek için mi?


0 yorum: "Eşek Deyip Geçmemeli"