Comments

14 Ekim 2016

MENEVŞE ÖĞRETMEN

Bana hep “menevşe “ derler. Defalarca;
“Menevşe değil Menekşe” desem de, adımı koyan annem, babam bile menevşe dedikten sonra değişen bir şey olmadı. Hatta Menevşeyi değil de Menekşeyi yadırgar oldum.
 
Öğretmen okulunu bitirmiştim. İlk tayinim AMASYA ilinin Boğa köyüne çıktı.
Amasya tarihi bir şehirdi. Sevebilirdim. Ama Boğa köy nasıl bir yerdi? Orayı da sevebilecek, alışabilecek miydim?

Bütün yüküm iki bavul. Biri kitap dolu. Diğerinde giyeceklerim. Düştüm yollara. Beni köyün muhtarı karşıladı. Bavullarımı yanında ki iki genç aldı.
Muhtara merak ettiğim ilk sorumu sordum.
“Çok iyi boğalar yetiştiriyorsunuzdur değil mi?”
Hayretle yüzüme baktı.
“Ne boğası kızım? Biz karnımızı zor doyuruyoruz.”
“Hani köyünüzün ismi Boğa da onun için sormuştum.”
“Haa… O iş şöyle. Buranın ismi eskiden –Yol Üstü-imiş. Bu köyde yaşayan Taytağın Mıstık isminde bir ihtiyarın boğası varmış. O boğa süsmüş Mıstık Emmiyi. Ölmüş zavallı. O gün, bu gündür Köyümüzün ismi Boğa olarak kalmış. İşin aslı bu.”
“Süzmüş mü”?
“Ne süzmesi kızım? Süsmüş, süsmüş. Boynuzlamış. Düşürüp ezmiş yani.”
Bu kelimeyi ilk defa duyuyordum. Kim bilir daha neler öğrenecektim. Muhtar anlatmaya devam etti:
“ Haa… İki ayaklı boğaları soruyorsan onlardan çok var tabii. Parasızlıktan evlenemiyor, ipsiz sapsız köyün içinde dolanıyorlar. Yıllardır köylü davul sesine hasret kaldı. Oğlanlarla kızlar bakışıp dururlar öylece.”

Okul lojmanına yerleştim. Günlerce köylüler beni yemeğe çağırdı. Zamanla ben de ocağımı, tabağımı aldım. Düzenimi kurdum. Ancak bir türlü alışamamıştım yeni hayatıma. Okuldan sonra köy meydanındaki pınardan su doldurmaya gelen kızların, kadınların konuşmak için yanlarına gitsem de benimle konuşmuyorlar, kaçıyorlardı. Koca köyün içinde kendimi yalnız hissediyordum. Sık sık köyün deresinin kenarında yürüyüşe çıkıyor, akşamları da kitap okuyordum. En çok kitabı ben o köyde okudum.
Ancak; ne zaman yürüyüşe çıksam köyün delikanlıları da ikişerli, üçerli peşimden geliyor, ben durunca duruyor, yürüyünce de yürüyorlardı.. Cesaret edemezlerdi konuşmaya.

Daha sonra ki günlerde bir de eşekli katıldı onlara. Bindiği eşekle takip ediyordu beni. Bazen eşeğini at gibi koşturuyor, beni geçiyor sonra geri dönüp yüzüme bakmadan yine koşturarak gidiyordu. Aslın da gülünecek şeydi yaptığı. Ama bu davranışı sıklaşınca ben de korkar olmuştum.

Bir gün pencereden baktığımda okulun bahçesinde tedirgin davranışlı genç bir kızın beklediğini gördüm. Dışarı çıktım. Beni görünce telaşlandı, heyecanlandı. Koştu geldi boğazıma sarıldı. Başladı hıçkırarak ağlamaya. Ağlamasının arasında zor duyulur bir sesle:
“”Ne olur varma Ahmet’e” diyebildi.”
Uzun siyah örgülü saçları, kömür karası gözleri vardı. Nasırlı elleri, güneş yanığı yüzüne rağmen güzel bir kızdı. 15-16 yaşlarında anca vardı. Merakla sordum:
“Ahmet kim? Ben kime varıyor muşum?”
Yalvarır gözlerle:
“Ben Ahmet’e bakıyorum. O da bana bakıyor. Ona ben varacağım.”
Köyde sevmeye bakma deniliyordu. Bunu öğrenmiştim.
“Ahmet kim?”
“Hani seni eşeğiyle kovalıyormuş ya! Ahmet o. Arkadaşlarına – ben öğretmeni alacağım- demiş. Ne olur varma ona. Kıyma bana!”
Durum anlaşılmıştı. Eşekli takipci genç beni almayı kafasına koymuştu demek ki…
Hani bir söz vardır:
“Bir eşekliye ben varmam. İki eşekli de beni almaz.” Diye
On eşeği de olsa varacak mıydım yani?
Ben köylülüğü bilmem. O şehirliliği.
Nasıl olurdu bu evlilik? Anlaşabilir, mutlu olabilir miydik?
Olacak iş miydi bu?
“Sen merak etme ben onunla konuşurum.” Dedim.
Sevinerek gitti.

Bir gün yine koşturup, geri döndüğünde, tuttum eşeğinin yularından. Çok sinirliydim.
“İn aşağı.”
Şaşırdı. Biraz da korktu.
“Bana bak. Değil bir yüz eşeğin de olsa ben sana varmam. Anlaşabilmek, mutlu olmak için denge şart. Sen sana bakanla evlen. Onu biliyorsun. O da sana bakıyor. Hem de çok bakıyor. Haydi, yoluna git şimdi.”

O günden sonra eşekli takipte, yaya takipte bitti.
Birkaç ay sonra da Ahmet o kızla evlendi.
Bir başka olur köy düğünleri. Düğünde ben de girdim aralarına köy kızlarıyla halay çektim.

Bu güzel Vatanın neredeyse her bölgesinde görev yaptım.

Evlendiğim eşime de anlatmıştım bu olanları. İkimiz de emekli olduktan sonra bir gün eşim:
“Hadi Menevşe (Bakın o da Menevşe diyor) o köye gidelim.”

Gittik de.

Bize çok iyi davrandılar. O günleri hatırlayınca Ahmet:

“Menevşe Hanım aslında bizim köyün kızları sizden güzeller. Amma velâkin çalışmaktan kendilerine bakamıyorlar. Sizin gibi yüzünü gözünü boyayamıyorlar ki göze gözüksünler.” Demişti.
Haksız da değildi.

Onların da bizim gibi yaşları ilerlemişti. O kızın üç kızı olmuş.İsimlerini Nilgün, Ahu, Ayfer koymuşlar
Haa… Kızın ismini söylemeyi unuttum değil mi?

İsmi de kendisi gibi ŞİRİN di.

Bedri TOKUL





.

0 yorum: "MENEVŞE ÖĞRETMEN"