CUMHURİYETTE
ANGARYA YOKTUR
Cumhuriyetin
ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler
arasında bulunuyordum. Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.
Vali'ye:
-
Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bütün
yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Atatürk'ün
kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille:
-
Vali Bey, dedi "Corvee" nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim:
Angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten
alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya diye bir şey
yoktur.
Muzaffer
KILIÇ
Kaynak:
Vatan Gazetesi, 10.11.1953
EN
GÜÇ DEVRİM MÜZİK DEVRİMİDİR
Bir
gece toplantısında:
"Biraz
sonra Atatürk'ün yepyeni bir konu ortaya attığını gördüm.
-
En güç devrim nedir?
Sıra
ile hepimizin yanıtını bekliyordu. Bazı arkadaşlar, bütün devrimler birbirinden
güçtür, dediler. Sıra bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim
bugün de hâlâ o kanıdayım. Ama Atatürk yanıtlarımızın hiçbirisini beğenmedi.
Bizi bir süre duraksamada bıraktıktan sonra:
-
En güç devrim, dedi, müzik devrimidir. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşçasına
devam etti:
-
Çünkü müzik devrimi kişiye kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir
aleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur.
Kısa
bir susma oldu. Işıklar saçan gözünü üzerlerimizde gezdirerek ekledi:
-
Çok zordur ama, yapılacaktır, dedi.
Ord.
Prof. Sadi IRMAK
Kaynak:
Sadi Irmak - Atatürk'ten Anılar
ORDUYU
AYIKLAMA
Yıl
1918, Selanik'te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:
—
Devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman
için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun
yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için ben,
son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanları bunlar
olması gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını saklayacağım,
üst tarafını yaktıracağım.
Arkadaşlardan
biri, bu söz üzerine buna karşı duruyor ve bu büyük ayıklama işinin nasıl yapılabileceğini
anlamak istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
—
Evet, binbaşından yüksek olanlar ay başında, benim kuracağım bürolara gelip
maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten
sonra: "Efendim, defterde sizin adınız yoktur, sizi tanımıyorum"
diyeceklerdir.
Prof.
Dr. Afet İNAN
Kaynak:
Afet İnan - Kemal Atatürk
EMİN
OLUN BUNLARIN HEPSİ OLACAK
Bulgar
Türkoloğu İvan Manolof, Meşrutiyetten (1908) bir iki yıl önce Selanik'te
Atatürk'ten O'nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarınki
Türkiye'yi heyecanla anlatan Atatürk, Manolof a demişti ki:
-
"Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım.
Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji ürünü
değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasından duraksamaksızın yürür. Dava
uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden
ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak batı uygarlığına
aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal
düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına girebilmemize engel olan yazıyı atarak Latin
kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, her şeyimizde batılılara
uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır."
Arif
Necip KASKATI
HİTLER
HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ
Ben,
O'nu tek bir kez görmüştüm. Güzel ve kültürlü bir Fransızca ile konuşuyordu ve
görünüşe göre bundan hoşlanıyordu. Bir ara konuşmayı Almanya'daki duruma
yöneltti. Kısa ve kesin bir biçimde formüllendirdiği sorularından, bu konunun
kendisini ne kadar meşgul ettiği ve Hitler'den hiç de hoşlanmadığı
anlaşılıyordu. Konuşmamız sırasında, bu yönde doğrudan doğruya bir sözünü
hatırlamıyorsam da, sorularından ve jestlerinden, diktatörler dünyasının bu yeni
yıldızının hayranı olmadığı kolaylıkla görülüyordu. Yalnız bir kez, o da
konuşmamız sona ererken ve ben Nazi'lerin savaş niyetlerine değinerek sözlerimi
bitirirken, karşılık olarak, hemen hemen felsefi-psikolojik bir görüş
açıklaması biçiminde şunları söyledi:
-
"Daha hiçbir askerlik ve devlet adamlığı başarısı göstermemiş bir adama,
iktidarı topyekün teslim etmek, temel bir hatadır. Bir onbaşı, büyük bir askerî
deha, büyük bir stratej olduğunu kanıtlamak için de, her şeyi göze almaktan
çekinmeyecektir."
Rudolf
NISSEN
YERİNİZ
MAKAMINIZDIR
Atatürk,
Cumhurbaşkanı iken bir ilçede Kaymakamın odasına girmişti. Kaymakam kalktı,
köşede bir iskemleye büzüldü. Atatürk:
—
Siz burada devleti temsil ediyorsunuz. Yeriniz makamınızdır, benim ziyaretçi
olarak yerim de sizin karşınızdır, demişti.
Kaynak:
Falih Rıfkı Atay - Mustafa Kemal Mütareke Defteri
EMİRLERİ
ÜNİFORMA VERMİYOR
1923'te
Konya'da verdikleri demeci, ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar
okutturuyorlar.
—
Yaşasın Başkomutan!
—
Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun? Muhtar Bey üstü kapalı
bir davranışla:
—
Hele, diyor ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde
kalsın!
Şakalaşıp
duran Gazi kartallaşıveriyor:
—
Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini
tabiîleştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben
Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak, "ferdî
millet" kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini
söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın
mı? Makamına gittim:
—
Paşa, paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal
veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız!
Yazdı,
emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan
düğmeye basıp da, "Posta, bunu dışarı çıkarınız!" deseydi. Sesi yine
heybetleşerek:
—
Fakat diyemezdi, Muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! Muhtar Bey
kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor:
—
Yaşasın Mustafa Kemal!
İsmail
Habip SEVÜK
Kaynak:
İsmail Habip Sevük - Atatürk İçin
SOYADI'NIN
BELİRLENMESİ
Demin
bir sözü yanlış söyledim, Gazi'yi Büyük Millet Meclisi, kanunla
"Atatürk" yaptı, dedim. Bu söz eksiktir. O, kendini
"Atatürk" yaptı. Kanun, olayı kabul etti. O günlerde soyadı kanunu
çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi "Atatürk" adını alacağım, dedi.
Karşı geldiler:
—
Memleket, dünya, tarih "Gazi Mustafa Kemal"i tanıyor. Ona nasıl
dokunulur.
Atatürk
karşılık verdi:
—
En tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar. İbn-i Sina gibi, El-birûni
gibi... Bu yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk olduklarını kanıtlamamız
gerekiyor ve kanıtlamak için de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim ve kendi
adımla başlıyorum!
Ve
Gazi Mustafa Kemal o gece Atatürk'tü. Ertesi gün kanun bu olayı onayladı. O'nun
kanuna bu kadar nazı geçerdi.
Mithat
Cemal KUNTAY
Kaynak:
Son Posta Gazetesi - 10.11.1953
TÜRK
TOPRAĞI
Sınırlarını,
en son Türk kuşaklarının kanlarıyla yoğurup çizdiği bir Türk vatanında, o vatan
kavramını anlamlandırdı.
O,
bir ölüm haberi karşısında, yurt toprağına şu hitapları bana yazdırmıştı
(1930):
"Yurt
toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için
canımızı veririz. Fakat sen Türk milletini sonsuz hayatta yaşatmak için,
feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı
değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster."
Prof.
Dr. Afet İNAN
Kaynak:
Afet İnan, Prof. Dr. - Atatürk'ten Hatıralar, 1950
KIN
AŞINSIN, KILICA BİR ŞEY OLMASIN
Hastalığa
ilk teşhis konulduğu sıralarda Profesör Pittard. eşi ve Bayan Afet İnan'la
birlikte Atatürk'ün huzurundaydık. Atatürk'ün yüzündeki renksizliği sezen
Pittard:
—
Efendim, bu kadar işleriniz arasında dil ve tarih üzerindeki çalışmalarınıza
biraz ara verseniz olmaz mı? dedikten sonra ilave etti.
—
Sonra kın aşınır, örselenir Paşam!
Atatürk
kılıcın millet kının da devlet başkanı olduğunu demeye getirerek:
—
Kın aşınsın, örselensin ziyanı yok. Yeter ki. kılıca bir şey olmasın! Bunun
üzerine Profesör:
—
Ekselans, ben sizin fikrinizde değilim. Kın da bulmak güçtür, dedi.
Fethi
İSFENDİYAROĞLU
Kaynak:
Fethi İsfendiyaroğlu - Atatürk, Anekdotlar-Anılar, 1939
HATAY
SORUNU
Ömrünün
sonlarında Hatay sorununda bir başka sözünü duymuştum. Atatürk, bu sorun
yüzünden uykusuz, sinirli idi. Rastladığı elçilerle tartışma yapar,
söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde yabancı elçilerin
kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Dışişlerinde
bulunan bir arkadaşı:
—
Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen
yollarsanız Hatay'ı alırsınız. Ve Renani'de Alman olup bittilerini kabul eden
Fransızlar Suriye'nin bir sancağı için sizinle savaş mı yapacaklar? dedi.
Öfke
ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı:
—Evet,
bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de
Almanlarla savaşmayan Fransızlar da Hatay için bize savaş açmazlar. Fakat ya bu
kez saygınlıklarıma dokunup karşı koyacakları tutarsa?
Soru
sorana dönerek:
—
Ben bir sancak için altmış bu kadar Türk ilini tehlikeye sokmam, dedi.
Falih
Rıfkı ATAY
Kaynak:
Falih Rıfkı Atay - Çankaya
AH
SELANİK!
Kolağası
Mustafa Kemal, bu akşam mahzundu. Selanik'te Beyaz kule bahçesinde baş başa
oturuyorduk. Saatlerce konuştuk, nerede ise gün ağaracaktı. O gece ay Olimpos
dağlarının arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek:
—
Ah Selanik, dedi. Seni bir daha Türk olarak görecek miyim?
Baktım,
ağlıyordu. O altın sarı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben,
Mustafa Kemal'in müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim.
Kaynak:
Ali Fuat Cebesoy - Sınıf Arkadaşım Atatürk
TÜRKÇÜ
MÜSÜNÜZ?
Gökalp,
Atatürk'ten önce ve Atatürk'ten sonra bazılarınca Türk milliyetçiliğinin adı
olarak kullanılan Türkçülük deyimini, en doğru tanımıyla belirtir ve der ki:
"Türkçülük. Türk milletini yükseltmek demektir."
Yanlış
yorumlara uğradığını ve uğrayabileceğini sezmiş olacak ki Atatürk. Türkçülük
sözünü hiç kullanmamıştır. Daima "Türk milleti, milliyet,
milliyetçilik" sözlerini kullanmıştır. Kendisine:
Türkçü
müsünüz? diye sorulduğu zaman, bizi herkesten iyi bilen bu büyük Türk:
Ben
Türküm, demekle kesin ve keskin yanıtını vermiştir
Kaynak:
Hasan Ali Yücel - Edebiyat Tarihimizden
TÜRKLÜK
MÜSLÜMANLIĞIN ÖNCÜSÜDÜR
Atatürk
sağ iken, büyük İslâm kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre
Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını
merak ediyorduk.
Hiç
tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük
adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş
görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe
nasıl bunda Türklerin manevî hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri
ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?
Biliyordu
ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet
değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de
kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı:
—
Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük,
Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke'ye şapka ile gideceksin. Kara
taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin!
Edip
Servet Tor, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerinin en itibarlısı o
idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler
arasında, Kemalist Türkiye'yi o temsil etti.
Falih
Rıfkı ATAY
TAMBUR
TAKSİMİ
Bir
akşam, emirleriyle yaptığım bir tambur taksiminden sonra yaşlı gözlerle bana
şöyle bir sual sordular:
—
Aferin oğlum, çok güzel bir taksim yaptın, duygulandım, eksik olma. Bana musiki
nedir tanımlar mısın?
—
Hakiki aşktır! Duygularımızın ezgilerle anlatımıdır. Her insanı çeşitli etkiler
altında bırakan güzel bir yüzün, güzel bir kokunun, güzel bir sesin, güzel
manzaraların tanımı olanaksızdır. Musiki de tanımlanamaz. İnsanı bazen ağlatır,
bazen güldürür, bazen de maddi hayatla ilgisini keser, mana âlemine gönderir.
Bu
yanıta çok memnun oldular:
—
Aferin çocuğum, gel seni bir öpeyim. Bana şimdiye kadar böyle bir yanıt veren
olmadı. Kimi seslerin dizisinden, kimi gamlardan, bilemediğim makamlardan
zırvaladılar, durdular. Sanki müzik kitaplarından ben bu şeyleri okuyamazmışım gibi,
bana müzik dersi vermeye kalkıştılar. Gerçeği sen söyledin, hepsini mat ettin.
Gel, bir daha öpeyim evladım seni. Sen sanatında eli öpülecek adamsın!
Refik
FERSAN
Kaynak:
Milliyet Gazetesi, 14.06.1984
HAYDİ
BAKALIM ZEYBEK OYNAYACAĞIZ
Bir
başka akşam, fasıldan sonra bir semai çalarak konsere son verdik. Atatürk şöyle
dedi:
—
Her fasıl peşrevle başlıyor, saz semaisiyle bitiyor. Dörder "hane"
olarak yapılan bu eserlerin, özellikle saz semailerinin tavrı aşağı yukarı
birbirlerinin aynı. Bizlere heyecan verecek, ruhumuzu okşayacak zeybek havaları
gibi kıvrak ezgilerle düzenlenseydiler olmaz mıydı? Acaba bestekârlarımız neden
bunu göz önünde tutmamışlar?
Gazi'nin
bu buluşları harikaydı. O ara salon orkestrası konserine başladı. Yerimden kalktım.
Beni de ilgilendiren bu buluş üzerine hemen bir eser yazmak ve hemen orada
arzularını yerine getirmek için tenha bir yere çekildim. Bir kâğıt parçasına o
anda doğan ezgileri Hamparsum notasıyla tespit ettim, dördüncü haneye de zeybek
temposunda bir oyun havası ekledim. 15 dakika gibi kısa bir sürede oluşturduğum
bu eseri bir daha gözden geçirdim, kendim de beğendim. Mükemmel bir
"Nakriz Saz Semaisi" bestelenmişti.
Yirminci
dakikada salona girdiğim zaman orkestra dans havaları çalmaya devam ediyor,
Atatürk sofra başında yanındakilerle konuşuyordu. Beni görünce:
—
Neredeydin?
—
Paşam, emirlerinizi yerine getirmek üzere dışarıya çıkmış idim. Müsaade
buyurursanız, şimdi bestelediğim "Nikriz Saz Semaisi"ni dinleteceğim.
Paşa
hayret etmişti. Derhal tamburla eseri çalmaya başladım. İlgiyle, dikkatle
izliyordu. Son hanenin zeybek usullerine başlar başlamaz:
—
Bravo! Aferin evladım... diyerek arkalarında İnönü'nün de bulunduğu
konuklarına:
—
Haydi bakalım, hepimiz zeybek oynayacağız!
Tekrar
tekrar bu eseri çaldırdılar ve zeybek oynadılar.
Refik
FERSAN
Kaynak:
Milliyet Gazetesi, 14.06.1984
KADINLAR
LOKANTADA
Zaman
o zamandı: başta Atatürk vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe.
O
zamanlar Ulus'ta bir İstanbul Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos
bıyıklı, kavi adamlar.
Yemeğe
iki hanım geliyor her gün: Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren
iki hanımdan biri... Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor.
Bir
gün zamanın Başbakanı Rauf Orbay'dan bir haber geliyor:
"İki
genç kızın İstanbul Lokantasında yemek yemeleri uygun değil."
Hatta
galiba haberi kızına ileten, Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o
akşam, gene avcı kıyafetiyle, gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine
geliyor. Gene coşkular içinde. Gene Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor
diye iftiharlar içinde...
Süreyya
dudak büküyor. Atatürk, kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye
sorduğunda:
"Evet
ama Başbakan, öğleleri lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor.
—
Hakkı var. Orada ne işin var?
Ertesi
gün dairede bir koşuşma, "Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar.
—
Hangi Paşa?
—
Kemal Paşa Hazretleri. Paşa, açık gri bir otomobilde beni bekliyordu.
İstanbul
Lokantasının önünden geçerken şoföre "Dur" emrini verdi.
Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı. Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle:
—
Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya
gelecek, dedi.
Çankaya'da
Latife (Gazi Mustafa Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında. Atatürk çok kızmış
Başbakan'a...
...
Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantasına
eşleriyle geldi.
Zaman
işte o zamandı.
Nimet
ARZIK
Kaynak:
Nimet Arzık - Uç Beyleri
.
0 yorum: "Atatürk Anıları-5"